29 Nisan 2012 Pazar

Charles Dickens-İki Şehrin Hikayesi


         
    Geçtiğimiz 1 ay boyunca, vizelerdi, annemdi derken bir türlü rahat okuma fırsatı bulamadım. Aslında bir solukta olmasa da 3-4 günde bitecek bir romandı. Fakat kitap okumak için zamanı kullanma özgürlüğümün elimde olmadığı zamanlardan duyduğum nefret, kitap okumama engel teşkil etmekte ilk sırayı alıyor maalesef. Aslında bir aydır çok fazla girişimde bulundum bu kitabı okuyabilmek için, fakat sürekli  ‘’şu sınavda geçsin sonra bakayım’’ mantığım yüzünden ne doğru düzgün tadını alabildim ne de sınavlara çalışabildim! Üstelik bir an önce bitsin bir aydır bitiremedim dememe rağmen  bittiğine de çok üzüldüm. Dağınık okuduğum kitapları tam olarak özümseyememekten nefret ediyorum.  Yine de geçici bir şeyler karalamadan edemeyeceğim bu roman hakkında.

         Roman;  İngiliz yazar Charles Dickens’ın 1859 yılında gazetelerde yayınlanmak üzere yazdığı bir tefrika. Dünyada 200 milyon kişi tarafından okunan, en çok satan kitaplardan biri olmuş. Tabi bu kadar çok okunmuş bir dünya klasiğini yorumlarken özgüven sorunları yaşamıyor değilim şuan.  1859’un İngiltere’sinde neredeyse üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen; sanatçılık görevini yerine getirip, ihtilalin insanlar üzerindeki etkisini unutturmamış olan Dickens’ın muhteşem romanı desem çok da abartmış olmam sanırım.

         Konuya değinecek olursak; olay  Fransız İhtilali döneminde haksızlığa uğrayarak hapse atılan Fransız Doktor Manette ve kızının etrafında dönüyor. Hapisten çıkan Manette’nin kızı ile birlikte Paris’ten ayrılıp, İngiltere’ye yerleşmesi ve kızını orada tanıştığı aristokrat ailelerden Evromonde'lerin oğlu Charles Darnay ile evlendirdikten sonra yaşadıkları haksızlıklar, yargılanmalar, en ince ayrıntısına kadar işlenmiş. İhtilalin halkın egemenliği için gerekli olduğunu tarih kitaplarında okuyup sevsek de, okurken arada haksız yere kaybolan hayatların da kendi çevrelerinde ne kadar büyük üzüntülere yol açtığını bize hatırlatmayı amaçlamış sanırım Dickens.  Aristokratların birer birer idam edildiği bir dönemde sırf ailesi insanlara zulmeden adi bir aristokrat diye, Evremonde’lerin son çocuğu Charles’ın da haksız yere suçlanması  insanı derinden etkiliyor. Tarihe baktığımızda benim devrimlerden anladığım bu, içlerinde bulundukları isyan durumunda tek tek insan ayırt edemeyeceklerinden, acımasızda haksız yere öldürülen milyonlarca binlerce insan var. Zaten bugün tartışılan soykırımların asıl nedeni de bu değil mi?

         Neyse biraz romana dönelim bu konular daha bir çok kitap okunduktan sonra fikir sahibi olunacak konular. Roman gerçekten çok akıcı. Bana denk gelen yine kötü bir çeviri olmasına rağmen, ( kardeşim ucuza kitap almayı bırakırsa herkes rahat edecek biliyorum) konusu ve Dickens’ın anlatmak istedikleri  itibariyle, mükemmel olduğunu düşünmekte en ufak bir tereddüttüm olmadı. Fakat şu öğrencilik illetinden kurtulur kurtulmaz en iyi çevirilerinden bir seri yapacağım ve en az 2 kere daha okuyacağım bu romanı(!)

         Açıkça söylemek gerekirse, bu dünya klasikleri ; Dostoyevski, Kafka ve bir kaç kişi haricinde beni çok sıkıyor. Dünya klasikleri deyince aklımda hep aynı görüntü var; kabarık etekli kadınlar, şövalye benzeri erkekler, hafif bir ihtiras, savaş, barış, yaşam mücadelesi, hafif bir aşk, saraylar, atlar... İki şehrin hikayesi’ne de aynı duygularla başladım fakat görüntü itibariyle aynı olmasına rağmen okurken en güncel, en popüler romanlara taş çıkartacak cinsten olduğunu açıkça kanıtlıyor. Benim okuduğum yayın evi, kitabı 3 bölümden oluşturmuş. İlk kısımda , biraz kafamın dağınıklığının da payı vardır, çok sıkıldım. Fakat ikinci kısmın ortalarından sonra vize filan düşünmedim o ara bir 150 sayfayı bir solukta okumuşumdur herhalde. Zaten yazar ilk kısımı karakterleri tanıtmaya ayırmış gibi geldi bana. Bir de klasiklerin genel durumu; çok fazla karakter var ve isimlerini karıştırabiliyor insan. Sonra  ana karakterlere ısınınca neden klasik olduklarını da anlıyor insan. Ana karakterler, Doktor Manette, kızı Lucie, yakın dostları Tellsons Bankası’nın gediklisi Jarvis Lorry ve Charles Darnay’i ayrı ayrı sevdim  fakat bir de ihtilalde baş rol oynayan ve intikam duygusuyla yanıp tutuşan Defarge’ler ve Jacquesler var. Defarge’ler karı koca onlar da bir derece de Jacqueslerden bahsedilen kısmı inanın hiç anlamadım. Birinci, ikinci, üçüncü Jacques var bunlar ne yapıyor diye sorsanız şimdi hiç bir şey söyleyemem. Bir de avukat Sidney Carton var ki kendisi romanı epey şaşırtıcı hale getiriyor. Onu size havale ediyorum. Neyse bunlar işin espirisi; romanın sonunda bunlara gülmek yerine ağlamaktan gözlerinizden yaş geleceğini garanti edebilirim.
         Dickens’ın dili öyle karışık filan da değil. Ölümsüz bir üslubu var. Gayet açık ve net olmasına rağmen ‘’edebiyat yapmış be adam dedirtiyor’’   Bir de başlangıçta bahsettiğim romanın gazeteye haftalık yazı olarak yazılması konusu çok ilgimi çekti.  Her hafta o gazeteyi bekleyip bunu okuyabilen insanlar ne şanslı insanlardır kim bilir. Tabi ihtilal sonrası, karışık İngiltere düşünülünce, durum pek de öyle değildir mutlaka. Maalesef yaşadıkları dönemlerde sanatçıların beslenmesi için gerekli olan şartlar;  o dönemde yaşayan insanları, bu sanatçıları belki de tanıyamadan bu dünyadan götürüyor. Yine bir bakıma biz bu insanları tanıma fırsatı bulabileceğimiz dönemlerde yaşadığımız için en kötü çağda da olsak şanslıyız aslında. ( Bu konuya da Dickens’ın cevabı son cümlede mevcut sanırım). Eserlerinin çoğu dünya klasiklerine girmiş, üslubuyla, tarzıyla diğerlerinden ayrılmış bu adamı düşününce kafamda bir yazı makinesi canlanıyor. Sanki yazdıklarını hiç tekrar okuma gereği duymamış, yazmış ve yayınlanmış, bütün hayatı dünyaya ölümsüz eser vererek geçmiş gibi bir izlenimi var ben de Charles Dickens’ın. Yetenek mi çalışma mı orasını biraz daha araştırmam gerekiyor sanırım.
         
        Bu arada Londra’da yaşadığı son evi müze olmuş. Gidip görme fırsatı olanlar ne şanslı insanlardır kim bilir  (http://www.dickensmuseum.com/)
        
          Son bir şey daha;  Kitabı okumak için ilk sayfasına bakanlardansanız , bu kitabın ilk sayfası hatta ilk paragrafı gördüğüm en iyi başlangıç; paragraf bittiğinde ayağa kalkıp alkışlamak istiyorum kendisini
.
‘’Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar dönemiydi ve inançsızlıklar dönemiydi, ışık mevsimiydi ve karanlık mevsimiydi, umut baharıydı ve umutsuzluk kışıydı; yaşamak için her şey vardı önümüzde ve yaşamak için önümüzde hiç bir şey yoktu; hepimiz düpedüz cennete gidiyorduk. Kısacası dönem, tıpkı şimdiki gibi o kadar uzaktaydı ki, kimileri iyi ve kötü şeylerin üstünlük derecelerini karşılaştırdığında, bu dönemin gelmiş geçmiş en iyi dönem olduğunda ısrar ediyorlardı.’’

Not; Romanın kendi okuduğum basımını bulamadığım için, ilk basımının kapağını paylaştım.