22 Şubat 2013 Cuma

Sabahattin Ali-Sırça Köşk


Son 6 aylık zor dönemimde, en yakın arkadaşım olan Sabahattin Ali ile ilgili söyleyecek çok şeyim var.  Fakat bunların hepsini bir araya toplamak için biraz daha okumam gerek diye düşündüğümden Sırça Köşk hakkında naçizane fikirlerimi paylaşmakla yetineceğim şimdilik.
Sırça Köşk, Sabahattin Ali'nin 1947 yılında yayımlanmış öykülerinin bulunduğu bir eseri.  İçinde 13 kısa öykü ve 4 masal bulunan bu minik kitabı elime aldığımda içindeki öykülerin kısalığının aksine anlattıklarının bu kadar derin ve güzel olabileceğini tahmin edememiştim. Çünkü öykü okumak her zaman sıkıcı bir durum olarak görünürdü gözüme. Ama her öyküden sonra bende beliren gülümseme yahut acı hissi, kitap bittikten sonra bile durup durup bu öyküleri düşünmeme neden oldu. 
Özellikle ‘’Bahtiyar Köpek’’, “Sırça Köşk”, “Portakal”, “Beyaz Gemi” ve “Çirkince” şahsımca en çok beğenilenleri oldu.  Üslubu o kadar muhteşem o kadar vurucu ki bu adamın, yıllarca aynı kitabı okusam bıkmayabilirim. Biraz serinlik, biraz zeytin kokusu, biraz zeytin acısı ve en çok da rüzgara karşı durma hissiyatı veriyor insana bu büyük üstat.
Öykülere gelince; Çirkince isimli öykünün bende özel bir yeri oldu.  Öykü gerçek mi bilmiyorum fakat İzmir’den Ankara’ya gidecekken birden tren saatini boşa beklememek için önce Efes’e sonra da Çirkince Köyüne gidişini ve karşılaştığı durumları öyle güzel anlatmış ki Sabahattin Ali, oraları görmek, ya da oralarda bulunmak çok arzuladığım bir durum haline gelmeye başladı.  Can babanın mekanı Datça tatili sonrası Selçuk’ta durup Efes’e uğramadan gitmeyelim diyen babam sayesinde bu arzumu da gerçekleştirmiş oldum ve benim de Sabahattin Ali gibi bir Çirkince maceram oldu. Lafı fazla uzatmadan kendi Çirkince hikayemi anlatayım;

Hayal kırıklıkları 1947 yılında yazılmış bir öyküden çıkıp gelmiş karşımızda oturuyordu. Sabahattin Ali'nin tek tek anlattığı Efes harabelerini 2-3 yıl önce 5 lira gibi miktara gezmiş olmamıza rağmen şimdi  kişi başı 25 lira istiyordu özelleştirmeyle işletmesini satın alan şirket. 6 kişilik bir emekli ailesi için epey pahalı bir miktardı bu. Biz de nasılsa gördük deyip  emekli öğretmen olduğu halde indirim yapılmayan harabelere, annemin teyzesini soktuk ve kapıda beklemeye koyulduk. Bu sinirimize kulak veren esnaf da işletmesini  İsrailli bir şirketini aldığını söyledi. Bu ülkede kendi tarihini görmek için bile yazık ki yabancılara para vermen gerekiyor.  Bu yüzden Sabahattin Ali'nin o eşsiz üslubuyla anlattığı harabelerle ilgili bir hikayem de yok maalesef. Fakat o sırada bizi dinlemekte olan dünya tatlısı bir amca,  babam ‘’olsun biz de Şirince’ye gideriz’’ deyince kendisinin Şirinceli olduğunu,  babasını köyde herkesin tanıdığını ve zeytinyağı almak istiyorsak kime gitmemiz gerektiğini  anlattıktan sonra,  bize babasının ve kendi adının yazılı olduğu bir kağıt verdi ve bizi uğurladı. Öyküdeki gibi bir at arabasıyla olmasa da dar tepe yollarından bir kaç kilometre gittikten sonra Çirkince’ye ( yeni adıyla Şirince’ye) varmış olduk. Ve asıl hayal kırıklığını da orada görmüş bulunduk.  Köyün girişi adeta bir Tahtakale edasında baharatçılar, süs eşyaları, zeytincilerle dolu bir pazara dönmüş. Belgeselciler, yerli ve yabancı turistlerin kalabalığına ortak olup yürümekten başka şansınız olmuyor. Zaten  ziyaretçilerin arabalarından ufacık köy yolunda yürümeye yer yok. Buna rağmen uzaklardan telefonumla çektiğim güzel Rum evlerini burada paylaşıyorum.  (fotoğrafın kötülüğünün kusuruna bakmazsınız umarım)  Sabahattin Ali'nin dediği gibi Çirkince güler yüzüyle tıpkı 30 sene önceki gibi orada durmuyor maalesef. O güzel Rum evlerinin çoğu pansiyon olmuş, anladığım kadarıyla köylünün ürününden çok dışarıdan alınan malzemeler satılmaya başlamıştı. Şimdi bir kez daha Selçuk’tan geçip Çirkince’ye uğrasa Sabahattin Ali ne der kim bilir bu köyün ve bunun gibi yüzlerce köyün haline. Ki öyküde kendisi de çocukluğundaki gibi bulamadığı için üzülüyor, iyi ki bugünleri görmemişsin Sabahattin Ali, iyi ki.. Yeni adı Şirince olsa da bence artık eski adına dönse daha uygun olur;  Çirkince, Kalabalıkça, Paraca... Ve yıllar öncesinde yazdığı bu öyküdeki bir soru sanki bugün bizlerin kendimize sormamız gereken bir soru gibi
 ‘’ Bizim elimize geçen her yer böyle mi olacak? ‘’

5 Şubat 2013 Salı

Tanzimat Sonrası Türk Romanı Üzerine...( 8 süper roman birden !)



“Felatun Bey ve Rakım Efendi (Ahmet Mithat Efendi), Eski Hastalık (Reşat Nuri Güntekin), Araba Sevdası (Recaizade Mahmut Ekrem), Bilgi Bucağında (Ömer Seyfettin),  Kadın Erkekleşince (Hüseyin Rahmi Gürpınar), Fatih Harbiye (Peyami Safa), Yakup Kadri (Yaban) , Yakup Kadri (Ankara) “


Durun, biliyorum lisede zorla okutulan, günümüzün popüler romanlarına hiç benzemeyen bu isimleri hepiniz biliyor ve bu isimlerden kaçarak uzaklaşıyorsunuz!  Ama sabredip, söyleyeceklerimi biraz dinlerseniz, belki başka bir bakış açısı ile bu romanların kıymetlerinin anlaşılmasında ufak bir payım olur diye düşünmekteyim.

Yazamadığım yaklaşık 4 aylık süre boyunca, okumaya dahi vaktim olmayacağını düşünürken, bir dersin ödevi olarak her hafta bir kitap okuyup, o kitaptan kısa sınav oldum. Dersin adı Edebiyat ve Toplum; amacımız, okuduğumuz romanlardaki toplumsal değişim unsurlarını bulmak... Bana göre bu romanların ortak noktaları çok fazla, bu sebeple 8 romanı tek bir yazıda yorumlamak istedim.

Çoğumuzun lisede zorla okuduğu bu romanlar, 1800’lerin sonundan 1930’lu yıllara kadar yaşadağımız topraklardaki insanların yaşayışlarını anlatıyor. Ortak noktaları, Tanzimat Fermanı ile birlikte toplumda değişmeye başlayan yaşayış tarzlarının, insan ilişkilerindeki etkilerini anlatabilmek. Türk romanı nasıl gelişti, nasıl başladı ve değişti bunu öğrenmek açısından mükemmel seçilmiş romanlardı hepsi.
Bu 8 romanın (Bilgi Bucağında, Ömer Seyfettin’in Asilzadeler kitabından bir öykü), yazarlarının birbirinden farklı dünya görüşleri olmasına rağmen, aynı amaçla yazılmış romanlar olması, bu topraklar düşünüldüğünde pek de şaşırtıcı olmasa gerek.  

Toplumu Batılılaştırarak devletin içinde bulunduğu durumu düzeltme çabaları 1839 Fermanı ile hız kazanırken, çeviriler ile birlikte yazarların ilgisini çeken roman türü de batı edebiyatından, romanımıza giriyor.

“Yazı makinesi Ahmet Mithat Efendi “

 Romanı popüler yaklaşımlar ile temsil eden Ahmet Mithat Efendi, bir yazı makinesi olarak biliniyor ve bir çok eser veriyor bu türde. Ama bilinen en ünlü romanı, batı özentisi Felatun Bey ile, hem doğudan hem batıdan doğru özellikleri almış Rakım Efendi’nin çatıştırıldığı romanı Felatun Bey ile Rakım Efendi.  O dönemde ülkede görülen Fransız özentisi insanları eleştirmek amacı ile yazılmış bir roman bu ve okurken şuan çevrenizde, İngilizce bilmediği halde, konuşmalarında sürekli İngilizce kelimelere yer veren, konuştuğu dilin hakkını vermek yerine cehaletini bu şekilde gösteren insanları düşünerek okumanızı tavsiye ederim. Aslında bu karşılaştırma, o gün Fransız özentisi olan toplumun, bugün “ globalleşen” dünya ile nasıl da İngiliz özentisi bir hale getirildiğinin en açık örneği olabilir. Sadece romandaki “bonjour, mösyö” gibi kelimeleri İngilizce karşılıkları ile değiştirip, Felatun yerine Berkecan ya da Nazmicansu gibi isimleri koyduğumuzda romanı günümüze uyarlayabiliriz. Ölümsüz eser dedikleri de bu olsa gerek, yıllar geçse de güncel kalabiliyor(!)

“Farklı bir aydın ve muhteşem bir yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu”

Öncelikle, özel olarak bahsetmek istediğim bir yazar, Yakup Kadri. Yaban (1934) romanında Kurtuluş Savaşı döneminde köylünün mücadeleden ne kadar habersiz olduğunu eleştirirken bunun suçlularını kendinde ve kendi gibi aydınlarda arıyor. Romanda gazi olduğu için mücadeleye destek veremeyen ve emir erinin köyüne yerleşen Ahmet Celal’in köylü ile çelişen düşünceleri bir aşk ilişkisi üzerinden anlatılıyor. Köylünün milli mücadeleden ne kadar habersiz olduğu en vurucu şekilde anlatılıyor. Çok uluslu bir devlet olan Osmanlı’nın din üzerinde birleştirmesi ve Türk kimliğini benimsetmekte yapılanlar çok güzel anlatılmış. Yakup Kadri’nin aydın kesime yaptığı gerçekçi eleştirileri, akıcı üslubu ve geniş görüş açısını anlamak isteyenler için kesinlikle okunması gereken bir roman.
 Bu romanlar arasından en ilgimi çekenlerden biri olan Ankara (1936)’da Cumhuriyet kurulduktan sonra Yakup Kadri’nin toplumsal yaşayıştaki beklentilerini açıklamak ve  hayalindeki Ankara’yı anlatmak için yazdığı bir roman. Roman 3 kısımdan oluşuyor ve son kısımda 1940’lı yıllarda Atatürk’ün hala yaşadığını hayal ettiği, aydın kesim ve halkın aralarındaki uçurumların sonlandığı bir dünyadan bahsediliyor.

Aşk Eski bir Hastalık;

Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu ve Acımak romanlarını okumuştum fakat açıkçası Eski Hastalık’ı ilk kez duydum ve okudum. Romanda Yusuf ile Züleyha isimli iki ana karakterin aşkları ve Züleyha’nın yaşadığı yanlış batılılaşma bir Yeşilçam filmi edasında anlatılıyor. Romanı her yerde bulamadığım için; sanıyorum ki şuan yanmış olan Galatasaray Üniversitesi kütüphanesinden alıp getiren kardeşim sayesinde kitabın ilk basımını okuma fırsatı buldum. Arapça ve Farsça kelimelerin çokluğundan şikayet etmeyeceğim, çünkü çok çok azdı. Aynı zamanda akıcı fakat fazla sürükleyici olmayan bir uslubu var Reşat Nuri Güntekin’in.

Kadın Erkekleşince ;

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 3 perdelik tiyatro oyunu olan bu kitap; kadının erkekle eşit sayıldığında ne hatalar yapabileceğinin bir eleştirisi olmuş. Fakat kadını küçümseyerek hatalar yapabileceğini erkekle eşit olmayacağını vurgulamak istenmesini de yazıldığı dönemin cehaletine bağlıyorum. Aynı zamanda kadının toplumsal hayatta edindiği yerin ne zorluklarla kazanıldığının anlaşılması için açıklayıcı bir eser. Kadının erkekle aynı işleri yapması, kendi parasını kazanması ve bunları yaparken geleneklere uygun olarak evinin de kadını(!) olması bugün bile yadırganan bir durum iken, Medeni Kanun’un kabulunden sonra toplumsal hayattaki tüm düşüncelere yer vererek hazırlanmış, halk ağzı ile yazılmış güzel bir eser, Kadın Erkekleşi’nce.

Ömer Seyfettin; Bilgi Bucağında

Çocukluğumdan korkunç ve kanlı hikayeleriyle tanıdığım Ömer Seyfettin bu kez farklı bir hikaye ile karşıma çıktı. Ömer Seyfettin’in meşhur tiplemesi Efruz Bey’in bir Türk Bucağı’nda konferanslar vererek, bilgin bir insan gibi yaşayışını ve yanılgılarını anlattığı bir öykü Bilgi Bucağı’nda. Asilzadeler isimli kitabında Efruz Bey’in başından itibaren nasıl Efruz Bey olduğu kısa hikayeler biçiminde anlatılıyor. Diyet, Kaşağı gibi kısa hikayeleri ve milliyetçi kimliği ile bilinen Ömer Seyfettin, bence bu tiplemesi ile hem kendi fikirlerine hem de bilgili olarak geçinen insanlara yergide bulunmuş.

Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası

Edebiyat derslerinden sanat sanat için mi sanat toplum için mi tartışmasının sanat tarafından kalan, bu topraklarda yaşayan ilk gazeteci, şair ve yazarlardan biri olan Ekrem’in ilk ve tek romanı Araba Sevdası. Romanın kaçıncı basımını okudum bilmiyorum fakat yarı Osmanlıca, yarı Fransızca olması ve benim bu iki dili de bilmemem sebebi ile pek bir şey anlamadığımı itiraf etmek zorundayım. Tabii daha sonra, Türkçeleştirilmiş bir basımını buldum ve nihayetinde romanı okurken çok eğlendim. Diğer romanlarda da karşımıza çıkan batı özentisi, Bihruz Bey, bu kez aşık olarak karşımıza çıkıyor. Romanın büyük bir kısmı Bihruz’un kendi iç sıkıntıları ile geçse de, arabasına olan tutkusu, dönemin İstanbul’una ait ilginç bilgiler, Bihruz’un şaşkın ve komik halleri ciddi anlamda ilgi çekiyor.

Fatih-Harbiye tramvay hattında kalan topluma genel bir bakış; Peyami Safa

Dönemin İstanbul’unda muhafazakar kesimin çoğunlukta olduğu Fatih semtinde yaşayan Neriman’ın, tramvayda Harbiye-Fatih arasında gidip gelirken, batıya olan özentisinin ve arada kalmışlığının anlatıldığı başarılı bir roman. Romanı tramvay sembolü ile birleştiren Peyami Safa; Fatih-Harbiye tramvayı bu iki semt arasında gidip gelirken, toplum da bu tramvay gibi doğu-batı arasında gidip geliyordu diyor ve batılılaşmanın toplumsal etkilerini gözler önüne seriyor. Bugün pek de umurumuzda olmayan bu durum, bir dönem bir çok insanın çelişkilere düşmesini ve bir tarafı kabullenmek zorunda oluşunu anlatmak açısından güzel bir roman.

Çoğunluğu okuma yazma bilmeyen bir toplumun, 1839 fermanı ile başlayan yenileştirme çabalarına verdiği tepkileri, geçirdikleri başkalaşımları 1930’ların sonuna kadar anlatan bu 8 romanın ortak noktası da değişimlerdi elbette. Aynı zamanda çoğunluğunun İstanbul’da geçmesi dönemin sanat anlayışının henüz İstanbul dışına çıkmamış olduğunun bir göstergesi kanımca. Alibeyköy’ün kayıkla gidilen bir yer olması, Kağıthane’nin haftasonları piknik yapılan, tenha yeşillikler içinde bir yer olması, çok ıssız olduğu için kahramanlarımızın Mecidiyeköy’ü tercih etmek istememeleri, bugünü düşündüğümüzde çok garip gelse de, yüz yıl öncesinin İstanbul’unu gözünde canlandırabilmek insana mutluluk veriyor.

Bu sebeple herbiri ayrı ayrı sosyolojik değer taşıyan bu eserleri bir de bu açıdan okumanızı tavsiye ederim.