22 Ekim 2016 Cumartesi

Emile Zola - GERMİNAL

"Pırlantadan alınmayan vergi, kitaptan alınıyordu; çünkü pırlanta alandan değil, kitap okuyanlardan korkuluyordu"
Bu cümleyi kurmuş birinin romanlarını okumamak olmazdı. Germinal Emile Zola'nın en beğenilen ve en güzel romanı imiş.
Benim romanı tanımam ise biraz geç oldu. Caner Eler’in sunduğu Riboux Bisiklet Turu’nda duydum bu kitabı. Bisikletlerin geçtiği etaplar anlatılırken Germinal’deki sahnelerin gözünde canlandığını anlatıyordu spiker. O zaman dikkatimi çekti, klasik olan ama okumadığım / okumadığımız ne kadar roman var aslında. Eminim şuan hayatımda istemediğim bir yerde oluşumun sebebi de bu. Germinal’deki maden kasabasında işçilerin yaşadığı zorlukları bilmeden basit hayatıma devam ediyorum. Ama hayat bu kadar basit ve rahat değildi çoğu zaman ve çoğu yerde. Hayatından memnun her insan bu memnuniyeti yakalayabilmek için bu muhteşem klasikleri okumadı elbette. Ama bu bi kaç yıldır benim hayat inancım bu oldu sanırım. Geçen gün şöyle dedi bir arkadaşım ; gelebileceğimiz yer burası, bunun üstünde olsaydık zaten burada olmazdık, sen buranın üstüne çıktığında zaten burada olmayacaksın, sistem ister istemez seni oraya çekecek. Ya da buna benzer bir şeydi işte demek istediği. Ben bu eğitim öğretim yılımı Fransız Klasikleri ve Fransız Edebiyat akımının önde gelen yazarlarına adadım. Ama siz bu kitabı bir okuyun, sadece okuyun.
Biraz spoiler içerebilir..
Emile Zola’yı siz de belli bir yaşa kadar kadın zannedenlerden misiniz? Kadın ya da erkek olması yazdıklarının güzelliğini değiştirmeyecek, o yüzden bence bu bir utanç değil. Roman hayali bir kasaba olan Montsou kasabasındaki maden işçilerinin yaşam tarzlarını ve genç, göçebe, çalışkan, ama cahil bir işçinin kendine o toplumda nasıl yer bulup, nasıl onların direniş lideri olduğunu anlatıyor. Direnişlerinde başarılı olup olmaması çok da önemli değil. Bu Etienne isimli gurulu gencimiz, madende aldıkları düşük ücretleri, iş güvencesizliğini, çalışanların çoğunun kara kara öksürdüğünü gözlemliyor, daha çok para kazanabilmek için kendi hayatlarını hiçe saydıklarını farkediyor. Bir de eski Rus koministlerinden bir akıl hocası var. Etienne zamanla kendindeki eksikliğin okumak olduğunu farkediyor. Sürekli okuyor, bu insanlara liderlik etmek istiyor, belki ileride parlementoya bile girebileceğini hayal ediyor, ama işin aslı pek de öyle olmuyor. Gerisini okuduktan sonra görürsünüz. Bu kısım benim gözlemlediğim ve dikkatimi çeken kısmıydı. Etienne Mahue isimli eski bir maden işçisiyle yakın arkadaş oluyor ve onun kızına aşık oluyor.  Çoğu klasikte olduğu gibi bir aşk üçgeni de romandaki insanların yaşayış tarzına ve içinde bulundukları duruma eşlik ediyor. Mahue’yu romanın 1993 yılında çekilen filminde Gerard Depardeu oynamış, filmi izlemedim ama oyuncu seçimi tam hayalimde canlandırdığım gibi olmuş.

Spoiler bitti
Germinal, Latince'de tohum, tomurcuk, filiz anlamına gelen germen sözcüğünden türemiş Fransızca bir sözcüktür, Fransız Cumhuriyetçi takviminin 7. ayı anlamına gelir. (vikipedia)
1860’lı yıllarda geçen roman, dönemin işçi sınıfının toplumsal hayatını, burjuva sınıfı ile olan ilişkilerini, insanın ne kadar nankör ve zayıf yanları olduğunu tüm gerçekliğiyle anlatıyor. Tüm gerçekliği demek biraz zayıf kalır, çünkü Emile Zola naturalizm akımının öncülerinden, yani herşeyi olduğu gibi aktarmaya bayılan bir amcamız. (Kadın değilmiş !) hatta yazarımız o kadar naturalistki bu romanı yazabilmek için 2 yıl maden işçileriyle birlikte yaşamış.
Romanda işçi sınıfını tamamıyle kusursuz aktarmıyor, yani solcu bir roman değil kimi sınıflandırmaya göre, hatta öyle ki roman hem burjuva hem de işçi sınıfından tepki almış yazıldığında. Naturalizm de böyle bişey olmalı sanırım, kimse mükemmel değildir ve olayları tüm gerçekliğiyle yansıtmak herkesi rahatsız edebilir. Ama romanda bizim de Soma Maden Faciasından sonra farkettiğimiz, maden işçilerinin adeta bir ip üzerinde yaşadıkları çalışma koşullarını yüreğiniz sızlayarak tüm çıplaklığıyla okuyabilirsiniz.
Bu arada benim okuduğum yayınevi kitabı Soma’da kaybedilen madencilerinin anısına diye basmış. Yayıevi kitabın satışlarıyla Soma'da hayatını kaybeden işçilerin çocuklarına burs sağlayacakmış. Çevirisi de çok çok iyiydi. (https://onedio.com/haber/maden-iscileri-ve-sartlarini-anlatan-germinal-4-ogrenciye-burs-sagladi-508564
Son olarak, Emile Zola’nın karakteri hakkında biraz bilgi almak isterseniz, şu meşhur Dreyfus olayına bir göz atın derim.

18 Mart 2015 Çarşamba

Yazmak Üzerine Saçmalamak

Okumak eyleminin güzelliğinden yeterince bahsettiğimi düşünüyorum. Fakat şu sıralar beni derinden düşündüren bir konu var. Yazmak eylemi..

O yıllardır özendiğim büyük yazarlar gibi olma arzusu.

Öldükten sonra hatırlanma isteği, içindeki düşünceleri bir kağıda bırakma, hayali karakterlerini sonsuza dek yaşatma sevinci.

Acaba bunlar gerçekten gerekli mi? Yazarlara olan sevgi ve hayranlığım bugünlerde başka bir yöne kaymak üzere. Yazmak bir sihirdir bence ve çok sevdiğim bir diziden alıntı yapacağım bu noktada; “Her sihirin bir bedeli vardır”. Bence 2 çeşit yazar var, biri yazmak için bir şeylerden vazgeçenler, bir diğeri de birşeyler zaten ondan vazgeçtiği için yazanlar. Şu sıralar ilk grubu sorguladığım için bu saçma düşüncelerimi birileri ile paylaşmak istedim. Yazmak için, sırf biz 2 günde okuyup “işte bu tam da beni anlatıyor dedikten sonra beynimizin raflarına kaldıralım diye kaç yazar nelerden vazgeçti? Nazım vatanından, Sabahattin Ali hayatından vazgeçti mesela. Neden? Sonsuzluğa açılan kapıyı buldukları için mi? Yoksa bu örnekler sadece bu ülkeye özgü mü, onlar da vazgeçirilen grupta oldukları için yazanlardan olmasınlar? Saçmalıyor muyum şuan?

Yazmak için illa bir şeylerden vazgeçmek gerekir miydi? İnsan yaşadığı toplumla birlikte sonsuz olamaz mıydı?

Böylesine aptal düşüncelere kapıldığım için beni mazur görün. Bu saçmalıkları düşünürken şunun farkına vardım. Bu sihir gerçekten doğru, hiçbir şeyden vazgeçmese bile zamanının çoğunu o satırlara veren tanrısal varlıklar bunlar. Ve bu tüketim toplumunda her şeyin, herkesin ne kadar içini boşaltıp, ne kadar çabuk tükettiğinizi bir düşünün. Adam belki sevgilisini bıraktı, yazma doyumuna ulaşabilmek için. (özel hayatlarıyla asla değerlendirmemek gerektiğini biliyorum). Adamın biri çok sevdiği vatanından ayrı kaldı çok güzel yazdığı için. Eğer onlarla tanışabilseydim sormak isterdim bunları. Sen nelerden vazgeçtin sevgili Turgut Uyar? Peki biz bu insanları okurken instagramda yanında kahve ile fotoğrafını paylaşmak ne kadar basit ve ne kadar hakaretamiz bir yaklaşım aslında değil mi? Belki de değildir bilmiyorum. Peki paylaşmayalım mı?

Bu basit bir örnekti fakat biz bu insanlara gereken saygıyı gösteriyor muyuz? Ben emeğe saygı göstermeyi öğrenerek büyüdüm, önüme getirilen yemeği yarım bırakamam, bir şeye çok emek verdikten sonra vazgeçememem de bundandır belki. Gözümde, ruhen verilen emeğin ise değeri çok büyük. Bu yüzden içinin boşaltılmasını istemiyorum bu insanların. Şiirleri değiştirilip dalga geçilsin istemiyorum. Okuduktan sonra bir kenara atılsınlar, ya da öldükten sonra yalnızca ölüm yıldönümlerinde hatırlandıkları bir yerde olsunlar istemiyorum.

Sadece saygı herşeyin cevabıdır belki de..

Belki de Turgut Uyar’a kulak vermek lazım bu noktada;

martın yirmibirinde yaz gökleri geldi

- bu yumuşak bir giriştir bir şiir isteğine

içinde olumsuz bir umut taşır

kan yazmak istemiyorum

yaz gökleri nasıl göklerdir

herkese bildiğince

yani yaz gökleri ölmeyince

kan yazmak istemiyorum

beyaz bulutludur derindir

bir yerden bir yere gider durmadan

yaz gökleri

bir yerden bir yere gider durmadan

- yumuşak bir giriştir yaşamaya

sürdürmek için

kan yazmak istemiyorum

kuşlar da vardır içinde

sadece kuşlar mı, haydin siz de

mavi bir ölümü de taşır

yaz gökleri

mavi kırmızı ya da daha diri

kan yazmak istemiyorum

yaz gökleri

güneyde daha çok mavi

aslı daha da çok mavi

ne kadar uzun ve görkemli

ne kadar dişi

kan yazmak istemiyorum

yaz gökleri

bir ölümü

ölüm mü yaz gökleri mi

beyaz bulutlu dişi görkemli

elimde hüzünsüz bir çakmaktaşı

kan yazmak istemiyorum

ölü ya da diri

29 Mart 2014 Cumartesi

Kabus ile gerçek arasındaki ince çizgideydim, dönmek üzereyim..


Uzun zamandır yazamadım, yazamadım ama okudum elbette. ve bu okumalarımın son 1 yıl içinde akıl sağlığımı korumamda büyük payı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden kitap tavsiyesi yerine bu yazımda sadece okumanın önemini vurgulamak istedim.Yazamamamın sebebi malum;  son bir yıl içinde bir rüya içinde sıkışıp kaldım, daha doğrusu bu korkunç bir kabus ve hala bitmedi.. Ne demek istediğimi rüyayı okuduktan sonra anlayacağınızı umuyorum.
Bir ormandayım hafif bir ışık süzülüyor ormandan. Çok güzel ağaçlar var ama ortalık savaş alanı gibi., sürekli bomba yağıyor tepemizden. Dumanla haberleşiyormuşuz arkadaşlarla, ama biri çıkıp dumansız hava sahası demiş dumanımızı kestiler. Kaçak sigarayla duman yaratıyoruz bu aralar. Dalıyorum öylece ormana bir tarafında kocaman bir bataklık var bataklık da çok kalabalık. Ormanın sonu denizmiş ama denizi göremiyoruz.  Arkamda çocuklar ölüyor ben ormana  bakarken, kanları çimlere sıçramış küçücük çocukların. Gazetede okudum çocuklar enfeksiyon kapmış, gazkapsülya diye bir enfeksiyon. O yüzden ölüyorlarmış sürekli. Sürekli ağlıyoruz etrafta birkaç kişiyle birlikte. Ama çoğu zaman da yalnız kalıyoruz. Bataklık çok kalabalık, benim olduğum tarafta kadın eziciler var. Yalnız yaşamayazsın, kas gücü yok falan diyorlar beni de bataklığa çağırıyorlar.  Diğer tarafta bataklık mikrobundan dolayı beyninde hasar meydana gelen  bir grup var, ne söylesen 3 kere tekrar etmen gerekiyor, “tam anlayamıyorlar”. Başka bir tarafta ölen çocukların neden öldüklerini göremeyecek kadar kör insanlar var. Bataklığın etrafı savaş alanı gibi ormanda herkes kaçışıyor. Tam kaçışırken biri geliyor cebimizden paralarımızı çalıyor öylece bakıyoruz ona. Nasılsa para lazım değil çocuklar ölüyor burada, gençler ölmüş parayı napalım diyoruz. Ağaçların altına saklanınca tepeden yağan bombalardan biraz da olsa kurtulduğumuzu sanıyoruz. Ama biraz daha ilerleyince bir bakıyoruz ki ağaçların yarısından çoğu kesilmiş otel yapılıyor oraya. Bataklık mikrobu kapanlara orada da rastlamak mümkün. Birileri var sürekli fotoğraf çekip fotoshop yapıyorlar, Bataklık Haber diye bir gazeteymiş. Otel inşaatını çektiler geçen bir saldırı sırasında. Elden ele dağıtılan broşürde şöyle yazıyordu “ Sığınak inşaatımız başlamıştır”.
Dolaşırken sonunda ben de bataklığa düştüm yanlışlıkla, yüzeye çıkamıyorum ve bana el uzatan birkaç kişinin gelmeye başladığını görüyorum… İşte Paul Auster, Herman Hesse, Nazım Hikmet, (Sabahattin Ali tabiki beni görünce direkt kurtarmak için atladı), diğerleri ellerini uzatmaya simit atmaya başladılar. Öyle sıkı sarılıyorum ki onlara, günlerce gecelerce ayrılmıyorum,  ellerini ellerimden çekmelerini istemiyorum. Benim can simidim onlar. İleride bir ağaç görüyorum, bir sürü adam var ağaçın dallarında, ağacın üstünde tabela var, ne yazdığını seçemiyorum suya batıp çıkmaktan, onlar da farkında kabusta olduğumuzun ve kurtarabildikleri kadar insanı kurtarmaya çalışıyorlar. Güzel insanlar yani hepsi...




     

22 Şubat 2013 Cuma

Sabahattin Ali-Sırça Köşk


Son 6 aylık zor dönemimde, en yakın arkadaşım olan Sabahattin Ali ile ilgili söyleyecek çok şeyim var.  Fakat bunların hepsini bir araya toplamak için biraz daha okumam gerek diye düşündüğümden Sırça Köşk hakkında naçizane fikirlerimi paylaşmakla yetineceğim şimdilik.
Sırça Köşk, Sabahattin Ali'nin 1947 yılında yayımlanmış öykülerinin bulunduğu bir eseri.  İçinde 13 kısa öykü ve 4 masal bulunan bu minik kitabı elime aldığımda içindeki öykülerin kısalığının aksine anlattıklarının bu kadar derin ve güzel olabileceğini tahmin edememiştim. Çünkü öykü okumak her zaman sıkıcı bir durum olarak görünürdü gözüme. Ama her öyküden sonra bende beliren gülümseme yahut acı hissi, kitap bittikten sonra bile durup durup bu öyküleri düşünmeme neden oldu. 
Özellikle ‘’Bahtiyar Köpek’’, “Sırça Köşk”, “Portakal”, “Beyaz Gemi” ve “Çirkince” şahsımca en çok beğenilenleri oldu.  Üslubu o kadar muhteşem o kadar vurucu ki bu adamın, yıllarca aynı kitabı okusam bıkmayabilirim. Biraz serinlik, biraz zeytin kokusu, biraz zeytin acısı ve en çok da rüzgara karşı durma hissiyatı veriyor insana bu büyük üstat.
Öykülere gelince; Çirkince isimli öykünün bende özel bir yeri oldu.  Öykü gerçek mi bilmiyorum fakat İzmir’den Ankara’ya gidecekken birden tren saatini boşa beklememek için önce Efes’e sonra da Çirkince Köyüne gidişini ve karşılaştığı durumları öyle güzel anlatmış ki Sabahattin Ali, oraları görmek, ya da oralarda bulunmak çok arzuladığım bir durum haline gelmeye başladı.  Can babanın mekanı Datça tatili sonrası Selçuk’ta durup Efes’e uğramadan gitmeyelim diyen babam sayesinde bu arzumu da gerçekleştirmiş oldum ve benim de Sabahattin Ali gibi bir Çirkince maceram oldu. Lafı fazla uzatmadan kendi Çirkince hikayemi anlatayım;

Hayal kırıklıkları 1947 yılında yazılmış bir öyküden çıkıp gelmiş karşımızda oturuyordu. Sabahattin Ali'nin tek tek anlattığı Efes harabelerini 2-3 yıl önce 5 lira gibi miktara gezmiş olmamıza rağmen şimdi  kişi başı 25 lira istiyordu özelleştirmeyle işletmesini satın alan şirket. 6 kişilik bir emekli ailesi için epey pahalı bir miktardı bu. Biz de nasılsa gördük deyip  emekli öğretmen olduğu halde indirim yapılmayan harabelere, annemin teyzesini soktuk ve kapıda beklemeye koyulduk. Bu sinirimize kulak veren esnaf da işletmesini  İsrailli bir şirketini aldığını söyledi. Bu ülkede kendi tarihini görmek için bile yazık ki yabancılara para vermen gerekiyor.  Bu yüzden Sabahattin Ali'nin o eşsiz üslubuyla anlattığı harabelerle ilgili bir hikayem de yok maalesef. Fakat o sırada bizi dinlemekte olan dünya tatlısı bir amca,  babam ‘’olsun biz de Şirince’ye gideriz’’ deyince kendisinin Şirinceli olduğunu,  babasını köyde herkesin tanıdığını ve zeytinyağı almak istiyorsak kime gitmemiz gerektiğini  anlattıktan sonra,  bize babasının ve kendi adının yazılı olduğu bir kağıt verdi ve bizi uğurladı. Öyküdeki gibi bir at arabasıyla olmasa da dar tepe yollarından bir kaç kilometre gittikten sonra Çirkince’ye ( yeni adıyla Şirince’ye) varmış olduk. Ve asıl hayal kırıklığını da orada görmüş bulunduk.  Köyün girişi adeta bir Tahtakale edasında baharatçılar, süs eşyaları, zeytincilerle dolu bir pazara dönmüş. Belgeselciler, yerli ve yabancı turistlerin kalabalığına ortak olup yürümekten başka şansınız olmuyor. Zaten  ziyaretçilerin arabalarından ufacık köy yolunda yürümeye yer yok. Buna rağmen uzaklardan telefonumla çektiğim güzel Rum evlerini burada paylaşıyorum.  (fotoğrafın kötülüğünün kusuruna bakmazsınız umarım)  Sabahattin Ali'nin dediği gibi Çirkince güler yüzüyle tıpkı 30 sene önceki gibi orada durmuyor maalesef. O güzel Rum evlerinin çoğu pansiyon olmuş, anladığım kadarıyla köylünün ürününden çok dışarıdan alınan malzemeler satılmaya başlamıştı. Şimdi bir kez daha Selçuk’tan geçip Çirkince’ye uğrasa Sabahattin Ali ne der kim bilir bu köyün ve bunun gibi yüzlerce köyün haline. Ki öyküde kendisi de çocukluğundaki gibi bulamadığı için üzülüyor, iyi ki bugünleri görmemişsin Sabahattin Ali, iyi ki.. Yeni adı Şirince olsa da bence artık eski adına dönse daha uygun olur;  Çirkince, Kalabalıkça, Paraca... Ve yıllar öncesinde yazdığı bu öyküdeki bir soru sanki bugün bizlerin kendimize sormamız gereken bir soru gibi
 ‘’ Bizim elimize geçen her yer böyle mi olacak? ‘’

5 Şubat 2013 Salı

Tanzimat Sonrası Türk Romanı Üzerine...( 8 süper roman birden !)



“Felatun Bey ve Rakım Efendi (Ahmet Mithat Efendi), Eski Hastalık (Reşat Nuri Güntekin), Araba Sevdası (Recaizade Mahmut Ekrem), Bilgi Bucağında (Ömer Seyfettin),  Kadın Erkekleşince (Hüseyin Rahmi Gürpınar), Fatih Harbiye (Peyami Safa), Yakup Kadri (Yaban) , Yakup Kadri (Ankara) “


Durun, biliyorum lisede zorla okutulan, günümüzün popüler romanlarına hiç benzemeyen bu isimleri hepiniz biliyor ve bu isimlerden kaçarak uzaklaşıyorsunuz!  Ama sabredip, söyleyeceklerimi biraz dinlerseniz, belki başka bir bakış açısı ile bu romanların kıymetlerinin anlaşılmasında ufak bir payım olur diye düşünmekteyim.

Yazamadığım yaklaşık 4 aylık süre boyunca, okumaya dahi vaktim olmayacağını düşünürken, bir dersin ödevi olarak her hafta bir kitap okuyup, o kitaptan kısa sınav oldum. Dersin adı Edebiyat ve Toplum; amacımız, okuduğumuz romanlardaki toplumsal değişim unsurlarını bulmak... Bana göre bu romanların ortak noktaları çok fazla, bu sebeple 8 romanı tek bir yazıda yorumlamak istedim.

Çoğumuzun lisede zorla okuduğu bu romanlar, 1800’lerin sonundan 1930’lu yıllara kadar yaşadağımız topraklardaki insanların yaşayışlarını anlatıyor. Ortak noktaları, Tanzimat Fermanı ile birlikte toplumda değişmeye başlayan yaşayış tarzlarının, insan ilişkilerindeki etkilerini anlatabilmek. Türk romanı nasıl gelişti, nasıl başladı ve değişti bunu öğrenmek açısından mükemmel seçilmiş romanlardı hepsi.
Bu 8 romanın (Bilgi Bucağında, Ömer Seyfettin’in Asilzadeler kitabından bir öykü), yazarlarının birbirinden farklı dünya görüşleri olmasına rağmen, aynı amaçla yazılmış romanlar olması, bu topraklar düşünüldüğünde pek de şaşırtıcı olmasa gerek.  

Toplumu Batılılaştırarak devletin içinde bulunduğu durumu düzeltme çabaları 1839 Fermanı ile hız kazanırken, çeviriler ile birlikte yazarların ilgisini çeken roman türü de batı edebiyatından, romanımıza giriyor.

“Yazı makinesi Ahmet Mithat Efendi “

 Romanı popüler yaklaşımlar ile temsil eden Ahmet Mithat Efendi, bir yazı makinesi olarak biliniyor ve bir çok eser veriyor bu türde. Ama bilinen en ünlü romanı, batı özentisi Felatun Bey ile, hem doğudan hem batıdan doğru özellikleri almış Rakım Efendi’nin çatıştırıldığı romanı Felatun Bey ile Rakım Efendi.  O dönemde ülkede görülen Fransız özentisi insanları eleştirmek amacı ile yazılmış bir roman bu ve okurken şuan çevrenizde, İngilizce bilmediği halde, konuşmalarında sürekli İngilizce kelimelere yer veren, konuştuğu dilin hakkını vermek yerine cehaletini bu şekilde gösteren insanları düşünerek okumanızı tavsiye ederim. Aslında bu karşılaştırma, o gün Fransız özentisi olan toplumun, bugün “ globalleşen” dünya ile nasıl da İngiliz özentisi bir hale getirildiğinin en açık örneği olabilir. Sadece romandaki “bonjour, mösyö” gibi kelimeleri İngilizce karşılıkları ile değiştirip, Felatun yerine Berkecan ya da Nazmicansu gibi isimleri koyduğumuzda romanı günümüze uyarlayabiliriz. Ölümsüz eser dedikleri de bu olsa gerek, yıllar geçse de güncel kalabiliyor(!)

“Farklı bir aydın ve muhteşem bir yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu”

Öncelikle, özel olarak bahsetmek istediğim bir yazar, Yakup Kadri. Yaban (1934) romanında Kurtuluş Savaşı döneminde köylünün mücadeleden ne kadar habersiz olduğunu eleştirirken bunun suçlularını kendinde ve kendi gibi aydınlarda arıyor. Romanda gazi olduğu için mücadeleye destek veremeyen ve emir erinin köyüne yerleşen Ahmet Celal’in köylü ile çelişen düşünceleri bir aşk ilişkisi üzerinden anlatılıyor. Köylünün milli mücadeleden ne kadar habersiz olduğu en vurucu şekilde anlatılıyor. Çok uluslu bir devlet olan Osmanlı’nın din üzerinde birleştirmesi ve Türk kimliğini benimsetmekte yapılanlar çok güzel anlatılmış. Yakup Kadri’nin aydın kesime yaptığı gerçekçi eleştirileri, akıcı üslubu ve geniş görüş açısını anlamak isteyenler için kesinlikle okunması gereken bir roman.
 Bu romanlar arasından en ilgimi çekenlerden biri olan Ankara (1936)’da Cumhuriyet kurulduktan sonra Yakup Kadri’nin toplumsal yaşayıştaki beklentilerini açıklamak ve  hayalindeki Ankara’yı anlatmak için yazdığı bir roman. Roman 3 kısımdan oluşuyor ve son kısımda 1940’lı yıllarda Atatürk’ün hala yaşadığını hayal ettiği, aydın kesim ve halkın aralarındaki uçurumların sonlandığı bir dünyadan bahsediliyor.

Aşk Eski bir Hastalık;

Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu ve Acımak romanlarını okumuştum fakat açıkçası Eski Hastalık’ı ilk kez duydum ve okudum. Romanda Yusuf ile Züleyha isimli iki ana karakterin aşkları ve Züleyha’nın yaşadığı yanlış batılılaşma bir Yeşilçam filmi edasında anlatılıyor. Romanı her yerde bulamadığım için; sanıyorum ki şuan yanmış olan Galatasaray Üniversitesi kütüphanesinden alıp getiren kardeşim sayesinde kitabın ilk basımını okuma fırsatı buldum. Arapça ve Farsça kelimelerin çokluğundan şikayet etmeyeceğim, çünkü çok çok azdı. Aynı zamanda akıcı fakat fazla sürükleyici olmayan bir uslubu var Reşat Nuri Güntekin’in.

Kadın Erkekleşince ;

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 3 perdelik tiyatro oyunu olan bu kitap; kadının erkekle eşit sayıldığında ne hatalar yapabileceğinin bir eleştirisi olmuş. Fakat kadını küçümseyerek hatalar yapabileceğini erkekle eşit olmayacağını vurgulamak istenmesini de yazıldığı dönemin cehaletine bağlıyorum. Aynı zamanda kadının toplumsal hayatta edindiği yerin ne zorluklarla kazanıldığının anlaşılması için açıklayıcı bir eser. Kadının erkekle aynı işleri yapması, kendi parasını kazanması ve bunları yaparken geleneklere uygun olarak evinin de kadını(!) olması bugün bile yadırganan bir durum iken, Medeni Kanun’un kabulunden sonra toplumsal hayattaki tüm düşüncelere yer vererek hazırlanmış, halk ağzı ile yazılmış güzel bir eser, Kadın Erkekleşi’nce.

Ömer Seyfettin; Bilgi Bucağında

Çocukluğumdan korkunç ve kanlı hikayeleriyle tanıdığım Ömer Seyfettin bu kez farklı bir hikaye ile karşıma çıktı. Ömer Seyfettin’in meşhur tiplemesi Efruz Bey’in bir Türk Bucağı’nda konferanslar vererek, bilgin bir insan gibi yaşayışını ve yanılgılarını anlattığı bir öykü Bilgi Bucağı’nda. Asilzadeler isimli kitabında Efruz Bey’in başından itibaren nasıl Efruz Bey olduğu kısa hikayeler biçiminde anlatılıyor. Diyet, Kaşağı gibi kısa hikayeleri ve milliyetçi kimliği ile bilinen Ömer Seyfettin, bence bu tiplemesi ile hem kendi fikirlerine hem de bilgili olarak geçinen insanlara yergide bulunmuş.

Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası

Edebiyat derslerinden sanat sanat için mi sanat toplum için mi tartışmasının sanat tarafından kalan, bu topraklarda yaşayan ilk gazeteci, şair ve yazarlardan biri olan Ekrem’in ilk ve tek romanı Araba Sevdası. Romanın kaçıncı basımını okudum bilmiyorum fakat yarı Osmanlıca, yarı Fransızca olması ve benim bu iki dili de bilmemem sebebi ile pek bir şey anlamadığımı itiraf etmek zorundayım. Tabii daha sonra, Türkçeleştirilmiş bir basımını buldum ve nihayetinde romanı okurken çok eğlendim. Diğer romanlarda da karşımıza çıkan batı özentisi, Bihruz Bey, bu kez aşık olarak karşımıza çıkıyor. Romanın büyük bir kısmı Bihruz’un kendi iç sıkıntıları ile geçse de, arabasına olan tutkusu, dönemin İstanbul’una ait ilginç bilgiler, Bihruz’un şaşkın ve komik halleri ciddi anlamda ilgi çekiyor.

Fatih-Harbiye tramvay hattında kalan topluma genel bir bakış; Peyami Safa

Dönemin İstanbul’unda muhafazakar kesimin çoğunlukta olduğu Fatih semtinde yaşayan Neriman’ın, tramvayda Harbiye-Fatih arasında gidip gelirken, batıya olan özentisinin ve arada kalmışlığının anlatıldığı başarılı bir roman. Romanı tramvay sembolü ile birleştiren Peyami Safa; Fatih-Harbiye tramvayı bu iki semt arasında gidip gelirken, toplum da bu tramvay gibi doğu-batı arasında gidip geliyordu diyor ve batılılaşmanın toplumsal etkilerini gözler önüne seriyor. Bugün pek de umurumuzda olmayan bu durum, bir dönem bir çok insanın çelişkilere düşmesini ve bir tarafı kabullenmek zorunda oluşunu anlatmak açısından güzel bir roman.

Çoğunluğu okuma yazma bilmeyen bir toplumun, 1839 fermanı ile başlayan yenileştirme çabalarına verdiği tepkileri, geçirdikleri başkalaşımları 1930’ların sonuna kadar anlatan bu 8 romanın ortak noktası da değişimlerdi elbette. Aynı zamanda çoğunluğunun İstanbul’da geçmesi dönemin sanat anlayışının henüz İstanbul dışına çıkmamış olduğunun bir göstergesi kanımca. Alibeyköy’ün kayıkla gidilen bir yer olması, Kağıthane’nin haftasonları piknik yapılan, tenha yeşillikler içinde bir yer olması, çok ıssız olduğu için kahramanlarımızın Mecidiyeköy’ü tercih etmek istememeleri, bugünü düşündüğümüzde çok garip gelse de, yüz yıl öncesinin İstanbul’unu gözünde canlandırabilmek insana mutluluk veriyor.

Bu sebeple herbiri ayrı ayrı sosyolojik değer taşıyan bu eserleri bir de bu açıdan okumanızı tavsiye ederim.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Zülfü Livaneli-Serenad



        Değişik türde romanlar okudukça, sevdiğimiz roman türleri de bizim gibi değişiyor elbette.Üniversiteye başlamadan benim okumaktan en çok zevk aldığım türler; tarihte fazla bilinmeyen ince ayrıntıların ortaya çıktığı araştırma türündeki eserlerdi. Hatta bunu biraz daha zorlarsam tarihi romanlara bayılırdım diyebilirim. Asıl sevdiğim ise, Sunay Akın tarzıydı. Kimsenin bilmediği sokak adlarının tarihinden tutun da, denizlerin altında gizli kalmış gemi batıklarından, kız kulesinin hiç bilinmeyen hikayelerine kadar, bir masal sıcaklığıyla okunan bu türlere bayılırdım. Son yıllarda bu tarzımı biraz unutmuşken, Serenad o kadar iyi geldi ki anlatamam. Zülfü Livaneli’nin Son Ada, Mutluluk, Sevdalım Hayat romanlarını okumuştum fakat Serenad beni bunların çok ötesine taşıdı açıkçası. 

       Roman ana karakter Maya Duran’ın ağzından yazılmış. İstanbul Üniversite’sinde halkla ilişkiler bölümünde çalışan Maya’nın hayatı, bir konferans için ABD’den İstanbul’a gelen Alman asıllı Profesör; Maximillian Wagner ile tanışmasıyla bir anda değişiyor ve tarihin gizli kalmış ayrıntıları gün ışığına çıkıyor. İkinci dünya savaşı sırasında Türkiye’ye sığınan Yahudi profesörler, Mavi Alay, Struma Gemisi, Ermeni Tehciri, Einstein’ın Atatürk’e yazdığı mektup ve daha onlarca tarihi olayı eşsiz olay örgüsü ile gözler önüne sermiş Zülfü Livaneli.  Bu olaylardan özellikle Mavi Alay’ı araştırma fırsatı bulursanız bir okumanızı tavsiye ediyorum.
       
       Romanı edebi yönden ya da yazarın uslubu yönünden inceleme gereği duymuyorum, çünkü toplum için yapılmış bir sanat anlayışı var ortada ve ben bunu bozmak istemiyorum. 

       Zülfü Livaneli’nin benim için yeri çok ayrıdır. Kendisinin ne yazar, ne de siyasi kimliğini bilmeden, muhtemelen okuma yazma bile bilmediğim zamanlardan beri onun şarkılarıyla büyüdüm. Bağlamasını her akşam, yemekten sonra elinden düşürmeyen babamın sesinden dinlediğim o şarkılar;  içlerinde taşıdıkları hüznün ve tarihin yanında, bana hep sevdiklerimi ve çocukluğumu hatırlatır. Şimdi bu romana böyle duygusal yaklaşmamda da sanırım bunların payı epey büyük. 

      Konuya geri dönecek olursak; bu romanda; dilleri, dinleri ve ırkları farklı insanların bu ayırımlar yüzünden çektiği işkenceleri vurguluyor Livaneli.  Türkiye’de ve Dünya’da üzerinde yaşadığımız, acılarla dolu tarihin,  herkes sessizlik yemini etmişçesine nasıl unutulduğundan dem vuruyor.  İkinci dünya savaşında öldürülen 50 milyon insandan üç örneği gözler önüne seriyor ve  üç örneğin nasıl gizli kaldığı, geride kalanların nasıl susturuluduğu ve devletlerin insan hayatını nasıl yok saydığı tek tek ustaca  işleniyor.
Okurken Wagner ve Nadia’nın hikayesi bölümüne gelince, 1-2 gün bekledim okumamak için, öylesine insanı içine alıyor ki, adeta bir filmmiş gibi o kısımları atlamak istedim. Tıpkı her zaman yaptığımız gibi acılarla yüzleşmeyip onların üstünü örtüp, unutmak istedim yani. Romandaki tarihi ayrıntılar gerçek, fakat Profesör Wagner’in hikayesi gerçek değil, bunu biliyorum ama ben kitap bittiğinden beri gerçek sanıyorum ve ciddi anlamda ruhsal çöküntü içindeyim bu yüzden gerçekmiş gibi anlatmama aldırmayın! Sadece elinize geçerse bir okuyun derim. 

      480 sayfa olmasına rağmen, bir solukta okunabilecek bir roman ve Mutluluk gibi bunun da filmi olsa daha çok insana hitap edebilir diye düşünüyorum. Malum sinema fiyatları da kitaplardan daha ucuz!
Sonuç olarak, bir insanın sanatı nasıl toplumu aydınlatmak için yaptığının çok güzel bir örneğiydi bu roman. Dul bir kadının yaşadığı zorluklardan tutun, yukarıda bahsettiğim tarihi olaylara kadar insanlara anlatmak istediği her şeyi en güzel şekilde birleştirmiş ve bir roman oluşturmuş Livaneli.

      Bu arada Türkiye’ye gelen yahudi profesörlerden Erich Auerbach’ın İstanbul’da  yazdığı Mimesis adlı eser Türkçe’ye çevrilmiş mi çevrilmemiş mi bunu tam olarak bulamadım. Çevrilmişse okumayı çok isterim.

     Son olarak Romanı okuyacak olanlara ufak bir tavsiye, bir taraftan da vikipedia açık okuyun, rahat edersinizJ

Radikal’de Livaneli’nin şöyle bir röportajı da mevcut;


Bu da Maya Duran'ın hayatını değiştiren olayların başladığı nokta; http://www.youtube.com/watch?v=pmwMZ252SY0

29 Nisan 2012 Pazar

Charles Dickens-İki Şehrin Hikayesi


         
    Geçtiğimiz 1 ay boyunca, vizelerdi, annemdi derken bir türlü rahat okuma fırsatı bulamadım. Aslında bir solukta olmasa da 3-4 günde bitecek bir romandı. Fakat kitap okumak için zamanı kullanma özgürlüğümün elimde olmadığı zamanlardan duyduğum nefret, kitap okumama engel teşkil etmekte ilk sırayı alıyor maalesef. Aslında bir aydır çok fazla girişimde bulundum bu kitabı okuyabilmek için, fakat sürekli  ‘’şu sınavda geçsin sonra bakayım’’ mantığım yüzünden ne doğru düzgün tadını alabildim ne de sınavlara çalışabildim! Üstelik bir an önce bitsin bir aydır bitiremedim dememe rağmen  bittiğine de çok üzüldüm. Dağınık okuduğum kitapları tam olarak özümseyememekten nefret ediyorum.  Yine de geçici bir şeyler karalamadan edemeyeceğim bu roman hakkında.

         Roman;  İngiliz yazar Charles Dickens’ın 1859 yılında gazetelerde yayınlanmak üzere yazdığı bir tefrika. Dünyada 200 milyon kişi tarafından okunan, en çok satan kitaplardan biri olmuş. Tabi bu kadar çok okunmuş bir dünya klasiğini yorumlarken özgüven sorunları yaşamıyor değilim şuan.  1859’un İngiltere’sinde neredeyse üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen; sanatçılık görevini yerine getirip, ihtilalin insanlar üzerindeki etkisini unutturmamış olan Dickens’ın muhteşem romanı desem çok da abartmış olmam sanırım.

         Konuya değinecek olursak; olay  Fransız İhtilali döneminde haksızlığa uğrayarak hapse atılan Fransız Doktor Manette ve kızının etrafında dönüyor. Hapisten çıkan Manette’nin kızı ile birlikte Paris’ten ayrılıp, İngiltere’ye yerleşmesi ve kızını orada tanıştığı aristokrat ailelerden Evromonde'lerin oğlu Charles Darnay ile evlendirdikten sonra yaşadıkları haksızlıklar, yargılanmalar, en ince ayrıntısına kadar işlenmiş. İhtilalin halkın egemenliği için gerekli olduğunu tarih kitaplarında okuyup sevsek de, okurken arada haksız yere kaybolan hayatların da kendi çevrelerinde ne kadar büyük üzüntülere yol açtığını bize hatırlatmayı amaçlamış sanırım Dickens.  Aristokratların birer birer idam edildiği bir dönemde sırf ailesi insanlara zulmeden adi bir aristokrat diye, Evremonde’lerin son çocuğu Charles’ın da haksız yere suçlanması  insanı derinden etkiliyor. Tarihe baktığımızda benim devrimlerden anladığım bu, içlerinde bulundukları isyan durumunda tek tek insan ayırt edemeyeceklerinden, acımasızda haksız yere öldürülen milyonlarca binlerce insan var. Zaten bugün tartışılan soykırımların asıl nedeni de bu değil mi?

         Neyse biraz romana dönelim bu konular daha bir çok kitap okunduktan sonra fikir sahibi olunacak konular. Roman gerçekten çok akıcı. Bana denk gelen yine kötü bir çeviri olmasına rağmen, ( kardeşim ucuza kitap almayı bırakırsa herkes rahat edecek biliyorum) konusu ve Dickens’ın anlatmak istedikleri  itibariyle, mükemmel olduğunu düşünmekte en ufak bir tereddüttüm olmadı. Fakat şu öğrencilik illetinden kurtulur kurtulmaz en iyi çevirilerinden bir seri yapacağım ve en az 2 kere daha okuyacağım bu romanı(!)

         Açıkça söylemek gerekirse, bu dünya klasikleri ; Dostoyevski, Kafka ve bir kaç kişi haricinde beni çok sıkıyor. Dünya klasikleri deyince aklımda hep aynı görüntü var; kabarık etekli kadınlar, şövalye benzeri erkekler, hafif bir ihtiras, savaş, barış, yaşam mücadelesi, hafif bir aşk, saraylar, atlar... İki şehrin hikayesi’ne de aynı duygularla başladım fakat görüntü itibariyle aynı olmasına rağmen okurken en güncel, en popüler romanlara taş çıkartacak cinsten olduğunu açıkça kanıtlıyor. Benim okuduğum yayın evi, kitabı 3 bölümden oluşturmuş. İlk kısımda , biraz kafamın dağınıklığının da payı vardır, çok sıkıldım. Fakat ikinci kısmın ortalarından sonra vize filan düşünmedim o ara bir 150 sayfayı bir solukta okumuşumdur herhalde. Zaten yazar ilk kısımı karakterleri tanıtmaya ayırmış gibi geldi bana. Bir de klasiklerin genel durumu; çok fazla karakter var ve isimlerini karıştırabiliyor insan. Sonra  ana karakterlere ısınınca neden klasik olduklarını da anlıyor insan. Ana karakterler, Doktor Manette, kızı Lucie, yakın dostları Tellsons Bankası’nın gediklisi Jarvis Lorry ve Charles Darnay’i ayrı ayrı sevdim  fakat bir de ihtilalde baş rol oynayan ve intikam duygusuyla yanıp tutuşan Defarge’ler ve Jacquesler var. Defarge’ler karı koca onlar da bir derece de Jacqueslerden bahsedilen kısmı inanın hiç anlamadım. Birinci, ikinci, üçüncü Jacques var bunlar ne yapıyor diye sorsanız şimdi hiç bir şey söyleyemem. Bir de avukat Sidney Carton var ki kendisi romanı epey şaşırtıcı hale getiriyor. Onu size havale ediyorum. Neyse bunlar işin espirisi; romanın sonunda bunlara gülmek yerine ağlamaktan gözlerinizden yaş geleceğini garanti edebilirim.
         Dickens’ın dili öyle karışık filan da değil. Ölümsüz bir üslubu var. Gayet açık ve net olmasına rağmen ‘’edebiyat yapmış be adam dedirtiyor’’   Bir de başlangıçta bahsettiğim romanın gazeteye haftalık yazı olarak yazılması konusu çok ilgimi çekti.  Her hafta o gazeteyi bekleyip bunu okuyabilen insanlar ne şanslı insanlardır kim bilir. Tabi ihtilal sonrası, karışık İngiltere düşünülünce, durum pek de öyle değildir mutlaka. Maalesef yaşadıkları dönemlerde sanatçıların beslenmesi için gerekli olan şartlar;  o dönemde yaşayan insanları, bu sanatçıları belki de tanıyamadan bu dünyadan götürüyor. Yine bir bakıma biz bu insanları tanıma fırsatı bulabileceğimiz dönemlerde yaşadığımız için en kötü çağda da olsak şanslıyız aslında. ( Bu konuya da Dickens’ın cevabı son cümlede mevcut sanırım). Eserlerinin çoğu dünya klasiklerine girmiş, üslubuyla, tarzıyla diğerlerinden ayrılmış bu adamı düşününce kafamda bir yazı makinesi canlanıyor. Sanki yazdıklarını hiç tekrar okuma gereği duymamış, yazmış ve yayınlanmış, bütün hayatı dünyaya ölümsüz eser vererek geçmiş gibi bir izlenimi var ben de Charles Dickens’ın. Yetenek mi çalışma mı orasını biraz daha araştırmam gerekiyor sanırım.
         
        Bu arada Londra’da yaşadığı son evi müze olmuş. Gidip görme fırsatı olanlar ne şanslı insanlardır kim bilir  (http://www.dickensmuseum.com/)
        
          Son bir şey daha;  Kitabı okumak için ilk sayfasına bakanlardansanız , bu kitabın ilk sayfası hatta ilk paragrafı gördüğüm en iyi başlangıç; paragraf bittiğinde ayağa kalkıp alkışlamak istiyorum kendisini
.
‘’Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar dönemiydi ve inançsızlıklar dönemiydi, ışık mevsimiydi ve karanlık mevsimiydi, umut baharıydı ve umutsuzluk kışıydı; yaşamak için her şey vardı önümüzde ve yaşamak için önümüzde hiç bir şey yoktu; hepimiz düpedüz cennete gidiyorduk. Kısacası dönem, tıpkı şimdiki gibi o kadar uzaktaydı ki, kimileri iyi ve kötü şeylerin üstünlük derecelerini karşılaştırdığında, bu dönemin gelmiş geçmiş en iyi dönem olduğunda ısrar ediyorlardı.’’

Not; Romanın kendi okuduğum basımını bulamadığım için, ilk basımının kapağını paylaştım.