8 Şubat 2012 Çarşamba

Bab-ı Esrar Ahmet Ümit

     Londra’dan Konya’ya iş için gelen, babası da Konya’lı bir Mevlevi dervişi olan Karen’ın ; Konya’da yaşadığı mistik olaylar, Şems-i Tebrizi ile Mevlana’nın hikayesi, Mevlevilik, dergahlar, dervişlerin anlatıldığı akıcı bir roman Bab-ı esrar.

     Kitabın sonundaki Kaynakça kısmından da anlaşılıyor ki, Ahmet Ümit epey araştırma yapmış bu roman için. Araştırmaları dışında tassuvuf edebiyatı gibi ağır bir edebiyatın dilini en basite indirgeyerek bizlerle paylaşmış
.
     Fakat romanın baş kahramanı Karen, bana çok itici geldi. Karen’ın Londra’daki sevgilisi ve annesiyle yaptığı telefon konuşmaları  çok yapay ve yüzeyseldi. Küçükken evcilik oynarken  bazen yabancı birileri varmış gibi davranırdık. İngiltere’den gelmişim ben filan diye. Orada aklımıza gelen , televizyondan duyduğumuz en basit isimleri kullanıp hayal gücümüzü konuştururduk. Bu isimler de tıpkı o evcilik oyununda ki gibi. Simon, Karen, Niger. Konuşmaları da tıpkı bir çocuğun hayal gücü gibi basit ama akıcı. Bu yüzden sanırım hiç hoşlanmadım bu karakterlerden.

     Ahmet Ümit’in olay ve insan tasvirleri ise gerçekten güzel. İnsan kendini olayın içinde buluyor ve kimi zaman  çok da korkuyor. Özellikle şu Şems-i Tebrizi’yle geçen sahneleri tek başıma okuyamadığım için annemin uyanmasını beklemek zorunda kaldım. Fakat roman çok akıcı ve aşırı derecede sade bir dili var. Hele de şuan okuduğum Sinekli Bakkal ile karşılaştırırsam bu da pamuk gibi bir roman.

     Pamuk demişken bir önceki yazıda bahsettiğimiz Orhan Pamuk’un cümlesi yine kulaklarımda. İşte o üslup meselesi burada yok. Mevlevilik hakkında derin araştırmalar yapılıyor güzel bir hikaye kurgulanıyor, akıcı bir anlatımın var ama tek kimliğin bu akıcı anlatım. Türkçe’yi en doğru şekilde kullanacağım derken, nerdeyse en fazla  4-5 kelimelik öznesi yüklemi düzgün cümleler kurup olayı basitleştiriyorsun. ''Ali o sabah erken uyanmıştı'' gibi binlerce cümleyi bir araya getirince edebiyat yapmış olunmuyor bence.

     Ama okurken çok eğlendiğim, korktuğum ve okumak için dört gözle beklediğim zamanlar oldu. Yazarı bu merakladıran ve insanı hikayenin içine alan yönünü sevdim.  Fakat yine de tavsiyem benim gibiler için; asla yalnız okunmamalı.

Benim Adım Kırmızı-Orhan Pamuk

               Orhan Pamuk dünyada en çok kıskandığım insan benim nazarımda. Bilmeden, okumadan fikir sahibi olmak saçmalığından kurtulmak için okuduğum bu roman gerçekten kıskanmakta haklı olduğumu  gösterdi. Roman bazı çevrelerce cinayet romanı diye tanımlanırken orhan pamuk tarafından en iyimser romanım olarak adlandırılmış.

               Roman, Osmanlı’da nakkaş sanatının inceliklerini anlatırken bir yandan da 2 cinayeti aydınlatmaya çalışan nakkaş ustalarının aralarındaki çekişmeleri sade bir dille anlatıyor.

               Orhan Pamuk’u kıskanma sebebim ise, her zaman farklı olanı yazmasından kaynaklanıyor. Bir romanı okurken ah bu benim aklıma gelirdi diye geçiren çok insan vardır. Ama Orhan Pamuk’u okurken yazdıklarının hiç biri 40 yıl düşünsem 40 bin  kitap okusam aklıma gelmez, gelmedi de. Çünkü o adam, padişahı haremi değil de nakkaşı anlatıyor. Hayattaki başrollerden bir cümleyle bahsedip, yardımcı oyuncunun  şöförünü anlatıyor. Kimsenin aklına gelmeyen derken de kastetmek istediğim buydu. Nakkaş sanatı ve unutulmaya yüz tutmuş halk hikayeleri, en geniş şekilde araştırılmış ve en sade şekliyle okuyucuyla buluşmuş.

              Romanın başka bir ilginç yanı da karakterlerin olayları kendi ağızlarından kendi duygularıyla anlattığı bölümlerden oluşması. Burda  Orhan Pamuk’un başarısı; okurken karakterlerin hiç birinin birbirine benzememesi ve kadını erkeği  yaşlısı, dindar hocasıyla orhan pamuk’un bunları anlatmasıdır.

              Romanlarını okudukça neden bu adamın nobel aldığı zaten anlaşılıyor. Gerçekten okuduğum en zeki ve karakteri kuvvetli yazarlardan biri.

              Romanla ilgili ufak bir araştırma yaptım ve türkçe hataları konusunda epey eleştiri aldığını farkettim. Fakat bunlara şöyle diyor Orhan Pamuk; ‘’kusur eğer yeteneksizlikten ya da hüner eksikliğinden değil de, nakkaşın ruhunun derinliklerinden geliyorsa, o artık üsluptur. ‘’    Bu cümle beni gerçekten çok etkiledi. Biz okurların ve eleştirmenlerin ne kadar yüzeysel olduğunu bir kez daha yüzüme vurdu.  Hikaye ve karakterler bir yana, uslüp gerçekten bir sanatçının kimliği olmalı yoksa düz bir yazıyla hayal gücünü kağıtlara aktarabilecek milyonlarca insan var dünyada ki ben de bunlardan biriyim maalesef. Ama cevabını bilmediğim bir soru var, uslup nasıl kazanılır? Kimlik aileden, çevreden, arkadaşlarımızdan, yaşadıklarımızdan biriktirdiklerimizden elde ettiğimiz bir olguysa, bir sanatçı uslubunu nasıl kazanır? Onun sanatının kimliğini oluşturanlar kimler ya da neler? Belki cevabı çok basit olan bu sorulara yanıt aramak için okumaya devam etmem gerek sanırım.

             Bu roman hakkında kendimi sorgulamaktan başka yapacağım yorum yok . Nakkaşlıkla ilgili uzun hikayeleri sıkıcı bulmam dışında her şey mükemmeldi. Üstelik kitabın sonunda Orhan karakteri üzerinde kendine ve okurlara yaptığı gönderme muhteşemdi.

NOT: Finaller dolayısıyla okumaya ve yazmaya verdiğim ara;  Aralık ve Ocak'ın romanlarını biraz geciktirdi. Tatilde bu açığı kapatmaya çalışsam da, hedeflediğimden bir kaç eksikle devam edeceğim.