14 Mayıs 2012 Pazartesi

Zülfü Livaneli-Serenad



        Değişik türde romanlar okudukça, sevdiğimiz roman türleri de bizim gibi değişiyor elbette.Üniversiteye başlamadan benim okumaktan en çok zevk aldığım türler; tarihte fazla bilinmeyen ince ayrıntıların ortaya çıktığı araştırma türündeki eserlerdi. Hatta bunu biraz daha zorlarsam tarihi romanlara bayılırdım diyebilirim. Asıl sevdiğim ise, Sunay Akın tarzıydı. Kimsenin bilmediği sokak adlarının tarihinden tutun da, denizlerin altında gizli kalmış gemi batıklarından, kız kulesinin hiç bilinmeyen hikayelerine kadar, bir masal sıcaklığıyla okunan bu türlere bayılırdım. Son yıllarda bu tarzımı biraz unutmuşken, Serenad o kadar iyi geldi ki anlatamam. Zülfü Livaneli’nin Son Ada, Mutluluk, Sevdalım Hayat romanlarını okumuştum fakat Serenad beni bunların çok ötesine taşıdı açıkçası. 

       Roman ana karakter Maya Duran’ın ağzından yazılmış. İstanbul Üniversite’sinde halkla ilişkiler bölümünde çalışan Maya’nın hayatı, bir konferans için ABD’den İstanbul’a gelen Alman asıllı Profesör; Maximillian Wagner ile tanışmasıyla bir anda değişiyor ve tarihin gizli kalmış ayrıntıları gün ışığına çıkıyor. İkinci dünya savaşı sırasında Türkiye’ye sığınan Yahudi profesörler, Mavi Alay, Struma Gemisi, Ermeni Tehciri, Einstein’ın Atatürk’e yazdığı mektup ve daha onlarca tarihi olayı eşsiz olay örgüsü ile gözler önüne sermiş Zülfü Livaneli.  Bu olaylardan özellikle Mavi Alay’ı araştırma fırsatı bulursanız bir okumanızı tavsiye ediyorum.
       
       Romanı edebi yönden ya da yazarın uslubu yönünden inceleme gereği duymuyorum, çünkü toplum için yapılmış bir sanat anlayışı var ortada ve ben bunu bozmak istemiyorum. 

       Zülfü Livaneli’nin benim için yeri çok ayrıdır. Kendisinin ne yazar, ne de siyasi kimliğini bilmeden, muhtemelen okuma yazma bile bilmediğim zamanlardan beri onun şarkılarıyla büyüdüm. Bağlamasını her akşam, yemekten sonra elinden düşürmeyen babamın sesinden dinlediğim o şarkılar;  içlerinde taşıdıkları hüznün ve tarihin yanında, bana hep sevdiklerimi ve çocukluğumu hatırlatır. Şimdi bu romana böyle duygusal yaklaşmamda da sanırım bunların payı epey büyük. 

      Konuya geri dönecek olursak; bu romanda; dilleri, dinleri ve ırkları farklı insanların bu ayırımlar yüzünden çektiği işkenceleri vurguluyor Livaneli.  Türkiye’de ve Dünya’da üzerinde yaşadığımız, acılarla dolu tarihin,  herkes sessizlik yemini etmişçesine nasıl unutulduğundan dem vuruyor.  İkinci dünya savaşında öldürülen 50 milyon insandan üç örneği gözler önüne seriyor ve  üç örneğin nasıl gizli kaldığı, geride kalanların nasıl susturuluduğu ve devletlerin insan hayatını nasıl yok saydığı tek tek ustaca  işleniyor.
Okurken Wagner ve Nadia’nın hikayesi bölümüne gelince, 1-2 gün bekledim okumamak için, öylesine insanı içine alıyor ki, adeta bir filmmiş gibi o kısımları atlamak istedim. Tıpkı her zaman yaptığımız gibi acılarla yüzleşmeyip onların üstünü örtüp, unutmak istedim yani. Romandaki tarihi ayrıntılar gerçek, fakat Profesör Wagner’in hikayesi gerçek değil, bunu biliyorum ama ben kitap bittiğinden beri gerçek sanıyorum ve ciddi anlamda ruhsal çöküntü içindeyim bu yüzden gerçekmiş gibi anlatmama aldırmayın! Sadece elinize geçerse bir okuyun derim. 

      480 sayfa olmasına rağmen, bir solukta okunabilecek bir roman ve Mutluluk gibi bunun da filmi olsa daha çok insana hitap edebilir diye düşünüyorum. Malum sinema fiyatları da kitaplardan daha ucuz!
Sonuç olarak, bir insanın sanatı nasıl toplumu aydınlatmak için yaptığının çok güzel bir örneğiydi bu roman. Dul bir kadının yaşadığı zorluklardan tutun, yukarıda bahsettiğim tarihi olaylara kadar insanlara anlatmak istediği her şeyi en güzel şekilde birleştirmiş ve bir roman oluşturmuş Livaneli.

      Bu arada Türkiye’ye gelen yahudi profesörlerden Erich Auerbach’ın İstanbul’da  yazdığı Mimesis adlı eser Türkçe’ye çevrilmiş mi çevrilmemiş mi bunu tam olarak bulamadım. Çevrilmişse okumayı çok isterim.

     Son olarak Romanı okuyacak olanlara ufak bir tavsiye, bir taraftan da vikipedia açık okuyun, rahat edersinizJ

Radikal’de Livaneli’nin şöyle bir röportajı da mevcut;


Bu da Maya Duran'ın hayatını değiştiren olayların başladığı nokta; http://www.youtube.com/watch?v=pmwMZ252SY0

29 Nisan 2012 Pazar

Charles Dickens-İki Şehrin Hikayesi


         
    Geçtiğimiz 1 ay boyunca, vizelerdi, annemdi derken bir türlü rahat okuma fırsatı bulamadım. Aslında bir solukta olmasa da 3-4 günde bitecek bir romandı. Fakat kitap okumak için zamanı kullanma özgürlüğümün elimde olmadığı zamanlardan duyduğum nefret, kitap okumama engel teşkil etmekte ilk sırayı alıyor maalesef. Aslında bir aydır çok fazla girişimde bulundum bu kitabı okuyabilmek için, fakat sürekli  ‘’şu sınavda geçsin sonra bakayım’’ mantığım yüzünden ne doğru düzgün tadını alabildim ne de sınavlara çalışabildim! Üstelik bir an önce bitsin bir aydır bitiremedim dememe rağmen  bittiğine de çok üzüldüm. Dağınık okuduğum kitapları tam olarak özümseyememekten nefret ediyorum.  Yine de geçici bir şeyler karalamadan edemeyeceğim bu roman hakkında.

         Roman;  İngiliz yazar Charles Dickens’ın 1859 yılında gazetelerde yayınlanmak üzere yazdığı bir tefrika. Dünyada 200 milyon kişi tarafından okunan, en çok satan kitaplardan biri olmuş. Tabi bu kadar çok okunmuş bir dünya klasiğini yorumlarken özgüven sorunları yaşamıyor değilim şuan.  1859’un İngiltere’sinde neredeyse üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen; sanatçılık görevini yerine getirip, ihtilalin insanlar üzerindeki etkisini unutturmamış olan Dickens’ın muhteşem romanı desem çok da abartmış olmam sanırım.

         Konuya değinecek olursak; olay  Fransız İhtilali döneminde haksızlığa uğrayarak hapse atılan Fransız Doktor Manette ve kızının etrafında dönüyor. Hapisten çıkan Manette’nin kızı ile birlikte Paris’ten ayrılıp, İngiltere’ye yerleşmesi ve kızını orada tanıştığı aristokrat ailelerden Evromonde'lerin oğlu Charles Darnay ile evlendirdikten sonra yaşadıkları haksızlıklar, yargılanmalar, en ince ayrıntısına kadar işlenmiş. İhtilalin halkın egemenliği için gerekli olduğunu tarih kitaplarında okuyup sevsek de, okurken arada haksız yere kaybolan hayatların da kendi çevrelerinde ne kadar büyük üzüntülere yol açtığını bize hatırlatmayı amaçlamış sanırım Dickens.  Aristokratların birer birer idam edildiği bir dönemde sırf ailesi insanlara zulmeden adi bir aristokrat diye, Evremonde’lerin son çocuğu Charles’ın da haksız yere suçlanması  insanı derinden etkiliyor. Tarihe baktığımızda benim devrimlerden anladığım bu, içlerinde bulundukları isyan durumunda tek tek insan ayırt edemeyeceklerinden, acımasızda haksız yere öldürülen milyonlarca binlerce insan var. Zaten bugün tartışılan soykırımların asıl nedeni de bu değil mi?

         Neyse biraz romana dönelim bu konular daha bir çok kitap okunduktan sonra fikir sahibi olunacak konular. Roman gerçekten çok akıcı. Bana denk gelen yine kötü bir çeviri olmasına rağmen, ( kardeşim ucuza kitap almayı bırakırsa herkes rahat edecek biliyorum) konusu ve Dickens’ın anlatmak istedikleri  itibariyle, mükemmel olduğunu düşünmekte en ufak bir tereddüttüm olmadı. Fakat şu öğrencilik illetinden kurtulur kurtulmaz en iyi çevirilerinden bir seri yapacağım ve en az 2 kere daha okuyacağım bu romanı(!)

         Açıkça söylemek gerekirse, bu dünya klasikleri ; Dostoyevski, Kafka ve bir kaç kişi haricinde beni çok sıkıyor. Dünya klasikleri deyince aklımda hep aynı görüntü var; kabarık etekli kadınlar, şövalye benzeri erkekler, hafif bir ihtiras, savaş, barış, yaşam mücadelesi, hafif bir aşk, saraylar, atlar... İki şehrin hikayesi’ne de aynı duygularla başladım fakat görüntü itibariyle aynı olmasına rağmen okurken en güncel, en popüler romanlara taş çıkartacak cinsten olduğunu açıkça kanıtlıyor. Benim okuduğum yayın evi, kitabı 3 bölümden oluşturmuş. İlk kısımda , biraz kafamın dağınıklığının da payı vardır, çok sıkıldım. Fakat ikinci kısmın ortalarından sonra vize filan düşünmedim o ara bir 150 sayfayı bir solukta okumuşumdur herhalde. Zaten yazar ilk kısımı karakterleri tanıtmaya ayırmış gibi geldi bana. Bir de klasiklerin genel durumu; çok fazla karakter var ve isimlerini karıştırabiliyor insan. Sonra  ana karakterlere ısınınca neden klasik olduklarını da anlıyor insan. Ana karakterler, Doktor Manette, kızı Lucie, yakın dostları Tellsons Bankası’nın gediklisi Jarvis Lorry ve Charles Darnay’i ayrı ayrı sevdim  fakat bir de ihtilalde baş rol oynayan ve intikam duygusuyla yanıp tutuşan Defarge’ler ve Jacquesler var. Defarge’ler karı koca onlar da bir derece de Jacqueslerden bahsedilen kısmı inanın hiç anlamadım. Birinci, ikinci, üçüncü Jacques var bunlar ne yapıyor diye sorsanız şimdi hiç bir şey söyleyemem. Bir de avukat Sidney Carton var ki kendisi romanı epey şaşırtıcı hale getiriyor. Onu size havale ediyorum. Neyse bunlar işin espirisi; romanın sonunda bunlara gülmek yerine ağlamaktan gözlerinizden yaş geleceğini garanti edebilirim.
         Dickens’ın dili öyle karışık filan da değil. Ölümsüz bir üslubu var. Gayet açık ve net olmasına rağmen ‘’edebiyat yapmış be adam dedirtiyor’’   Bir de başlangıçta bahsettiğim romanın gazeteye haftalık yazı olarak yazılması konusu çok ilgimi çekti.  Her hafta o gazeteyi bekleyip bunu okuyabilen insanlar ne şanslı insanlardır kim bilir. Tabi ihtilal sonrası, karışık İngiltere düşünülünce, durum pek de öyle değildir mutlaka. Maalesef yaşadıkları dönemlerde sanatçıların beslenmesi için gerekli olan şartlar;  o dönemde yaşayan insanları, bu sanatçıları belki de tanıyamadan bu dünyadan götürüyor. Yine bir bakıma biz bu insanları tanıma fırsatı bulabileceğimiz dönemlerde yaşadığımız için en kötü çağda da olsak şanslıyız aslında. ( Bu konuya da Dickens’ın cevabı son cümlede mevcut sanırım). Eserlerinin çoğu dünya klasiklerine girmiş, üslubuyla, tarzıyla diğerlerinden ayrılmış bu adamı düşününce kafamda bir yazı makinesi canlanıyor. Sanki yazdıklarını hiç tekrar okuma gereği duymamış, yazmış ve yayınlanmış, bütün hayatı dünyaya ölümsüz eser vererek geçmiş gibi bir izlenimi var ben de Charles Dickens’ın. Yetenek mi çalışma mı orasını biraz daha araştırmam gerekiyor sanırım.
         
        Bu arada Londra’da yaşadığı son evi müze olmuş. Gidip görme fırsatı olanlar ne şanslı insanlardır kim bilir  (http://www.dickensmuseum.com/)
        
          Son bir şey daha;  Kitabı okumak için ilk sayfasına bakanlardansanız , bu kitabın ilk sayfası hatta ilk paragrafı gördüğüm en iyi başlangıç; paragraf bittiğinde ayağa kalkıp alkışlamak istiyorum kendisini
.
‘’Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar dönemiydi ve inançsızlıklar dönemiydi, ışık mevsimiydi ve karanlık mevsimiydi, umut baharıydı ve umutsuzluk kışıydı; yaşamak için her şey vardı önümüzde ve yaşamak için önümüzde hiç bir şey yoktu; hepimiz düpedüz cennete gidiyorduk. Kısacası dönem, tıpkı şimdiki gibi o kadar uzaktaydı ki, kimileri iyi ve kötü şeylerin üstünlük derecelerini karşılaştırdığında, bu dönemin gelmiş geçmiş en iyi dönem olduğunda ısrar ediyorlardı.’’

Not; Romanın kendi okuduğum basımını bulamadığım için, ilk basımının kapağını paylaştım. 

17 Mart 2012 Cumartesi

Charles Bukowski- Ekmek Arası


                Bu adamı anlayamadığım için, beynimin bir yerlerinde bir eksiklik olduğunu düşünüyordum. Anladığım zamanlarda ise kafamın güzel olduğunu düşünüyordum. (bukowski’ye bukowski tarzı başlangıç gerek)
             
                 Bukowski edebiyat ve yaratıcılıktan yoksun ama kimse de olmayan bir anlatım yeteneğine sahip bir yazar bence. Yazdıklarında seksten ve alkolden başka bir tema olmayan, fakat bu temaya  giden yolları merakla ve akıcı bir şekilde anlatan, okuduğum yegane insanlardan biri kendisi. Duygulanma, kendimden bir şeyler bulma filan hiç yaşamadım bu adamı okurken. Ama bir şekilde eğlendim ve nasıl yaptı bilmiyorum ama cümleleri ve uslubu aklımda kaldı.
                Ekmek Arası’nda çocukluk yıllarını ve ailesiyle olan çatışmalarını anlatırken, bir yandan da bol bol kadınlar, alkol ve tembellikten ölecek durumları ve  sürekli kavgalara karışmasını betimliyor.
Kitabı okurken,bizim  apartmanın kapısının önünde oyun oynayan zavallı çocuklardan okadar soğudum ki. Bukowski’yle hemen hemen aynı yaşta oldukları için, sürekli onların birer pislik olduklarını, kapıdan geçen kadınlar hakkında bukowski gibi düşündüklerini geçirdim içimden. Eskiden bana sevimli sevimli sırıttıklarında onlara gülümsüyorken, şimdi görmemezlikten gelmeye başladım zavallı çocukları. Neyse ki kitap çabuk bitti ve etkisini geçirmek için başka kitaplara yöneldim. Böylelikle komşuluk ilişkilerimi ve çocuk sevgimi korumuş oldum yani.
                Kitaba dönecek olursak, romanın sonunda hiçbir şey olmuyor, ortalarında ya da başında da hiçbir şey olmuyor. Romanı okumadan önce aman yorumlardan kaçınayım kitabın sonunu öğrenmeyeyim diye kendinizi sakınmanıza hiç gerek yok. Bu roman sadece Bukowski merakı olanlar için, biraz da bira eşliğinde okunduğunda arkadaşlık edecek bir kitap.
Bu arada romanı okumadan önce, woody allen’ın radio days’ini izledim. yaklaşık olarak aynı yıllarda geçen çocukluğunu anlattığı 1987 yapımı dünya güzeli bir film. Şimdi bir de bukowski’yle kıyaslayınca, woody ailemizin tatlı çocuğu gibi geliyor bana. Filmi izlemeyenler varsa, sürekli sırıtarak izlenecek mükemmel bir film demeden geçemeyeceğim.
                 Neyse bu bukowski benim de çenemi düşürdü anlatıyor da anlatıyorum şu ara. Kitapta dikkatimi çeken şeylerden biri de, kendisi gibi yazar olmak isteyen Robert Bbucker’e yaptığı göndermelerdi. Yazmaktan bu kadar söz etmemesi gerektiğini söylüyordu sürekli robert’ın. Ve daha yazmaya başlamamasına rağmen kendinden o kadar emin ve insanlardan o kadar üstündü ki, bu bana daha da itici geldi. Ama eğer gerçekten kendi hayatını anlatıyorsa, epey zor bir çocukluk, cesaret ve baba nefreti örneklerini bolca bulabilirsiniz romanda.
                 Bukowski biraz da şey gibi benim için, hani düzenli hayatları olan insanlar bazen işi gücü bırakıp, gece alemlerine dalıp, hiçbir şey düşünmeden, dünyayı görmezden gelip eğlenmek isterler, bazen karşılarına dilenciler ya da hayat kadınları çıkar, bu onları üzer ama bir süreliğine sadece bu hayatlarına devam etmek isterler. Bukowski okumak da aynen öyle işte, gorki’den Sabahattin Ali’den, Dickens’tan sıkılan bünyeler için biraz kaçamak yapmak, düzenden, edebiyattan bir süreliğine uzaklaşıp biraz macera aramak gibi. Burada maceradan kastım olay örgüsü değil elbette, sıra dışı uslubun getirdiği maceralardan bahsediyorum.
Sonuç olarak adama ne dersem diyeyim, şu ana kadar yazdığım en uzun eleştiri kendisine ait. Tıpkı romanlarındaki gibi, bu çirkin adam bütün kadınları bir şekilde etkilemeyi başarıyor sanırım!

10 Mart 2012 Cumartesi

sinekli bakkal- halide edip adıvar


             Halide Edip’in Vurun Kahpeye’sini okumuştum geçen sene ve hakkında okuduklarımla birleştirince çok trajik, milliyetçi ve din unsurlarını barındıran romanlar yazdığını düşünmüştüm, döneminin aydınlarından olmasına rağmen. Fakat bu roman bana epey eğlenceli geldi, ağır eski türkçe’sine rağmen
.
             İstanbul’un  Sinekli Bakkal mahallesinde Rabia adlı bir kızın ailesi ve çevresinde yaşadıkları  Abdülhamit döneminden kesitlerle birlikteve  batılı ve doğulunun ortak noktaları akıcı bir şekilde anlatılmış. Yazar insanı romanın içine öyle bir çekiyor ki, çizdiği İstanbul portresiyle gerçekten o dönemin istanbul’una gitmiş kadar oldum. Bu roman hakkında ağır demek aslında yanlış olur, can yayınlarından çıkan baskısı eski Türkçe kelimeleri sayfaların en alt kısmında veriyor fakat bu biraz okuma zorluğu katıyor. Aslında daha sadeleştirilmiş bir basımı olsa, orjinaline zarar vermeden, o zaman bir solukta okunabilecek bir kitap diyebilirim bile.
             Romanın karakterlerine gelince, Rabia’nın güçlü karakterinin dışında ben en çok babası Tevfik ve Peregrini’yi sevdim. Tevfik dönemin yetenekli ama toplum tarafından dışlanan sanatçısı hatta komedyeni. Kadın kılığında oyunlar oynadığı ve insanlarla dalga geçtiği için sürgüne gönderiliyor , bir çok zorluk çekiyor  fakat her zaman iyimser, yaratıcı ve sanata o kadar düşkün ki yaşadığı her şeyi oyunlarına yansıtabiliyor. Peregrini de dinden ağzı yandığı için dini  umursamayan fakat sevdiği için din değiştirecek kadar aşık, aynı zamanda da büyük bir piano sanatçısı. Aslında peregrini ve Tevfik arasında çeşitli dialoglar olsa bu romanı daha güzel kılabilirdi. Fakat Halide edip elbette bu romanı bu amaç için yazmamış. Ama yine de bu iki karakteri çok sevdim ben. Hatta rabia’ya gerçekten çok sinir oldum. O ne ketumluk o ne havalar! Tabi roman bu iki karakter gibi eğlenceli değil. Rabianın iç buhranları, annesinin aynı şekilde bunalımları, paragöz dedesi,  konaktakiler ve entrikaları ve daha bir sürü olaydan oluşuyor roman. Ben şimdi bilgisayarın başında düşününce iyi taraflarını hatırladığıma göre sanırım bu romanı sevmişim 
.
             Bir de romanla ilk olarak ingilize basılmış ‘’The Clown and His Daughter ‘’ ismiyle. Bu da ilginç geldi bana İngilizce baskısı Türkçesinden daha akıcı bile olabilir. İngilizce bilenler varsa onu tavsiye ederim(!) o kadar da abartmayayım tabii ki.

kırmızı pazartesi- gabrial garcia marquez


           ‘’Her yazar, yazdığı en son romanın en iyi romanı olduğunu sanır. Benim bu romanım için böyle düşünmemin nedeni, yapmak istediğimi tam olarak gerçekleştirebilmiş olmamdır. Romanlar, yazılırken yazarlarının elinden kaçıp kurtulmak isterler. Romanın kişileri, kendi özyaşamlarına dönerler, en sonunda da canlarının istediğini yaparlar. Ben hiçbir romanımda bu romanımdaki kadar ipleri elimde tutamadım. Belki bunu konu ve hacim nedeniyle başarmışımdır. Konusu çok sert olan ve hemen hemen polisiye bir roman gibi işlenen bir roman bu. Üstelik oldukça da kısa. Sonuçtan hoşnutum. Bundan önce de en iyi romanım Yüzyıllık Yalnızlık değil de Albaya Mektup Yazan Kimse Yok adlı yapıtımdı. Ben öyle sanıyordum; ve bunu da sık sık söyledim. Şimdi de en iyi romanımın Kırmızı Pazartesi (Gronica de Una Muerte Anunciada) olduğunu sanıyorum.’’
           İşleneceğini maktül hariç herkesin bildiği bir namus cinayetini 110 sayfaya sığdırmış bu mütevazi adam ve romanı için söyleyecek pek fazla şeyim yok. Böyle bir üslüp, böyle akıcı ve toplumun yaralarına dokunan bir hikaye, kısacası böyle bir yazar dünyaya bir daha gelmez. Ayrıca o İspanyol kırmızılığı, buram buram kokan Latin sıcaklığı evimin odamın her yerindeydi roman süresince.
          Roman bittiğinde sanki 110 sayfa değil de 1000 sayfalık bir roman okumuş gibi doluydu kafam.  Bu kadar kısa bir öyküyü bu kadar güzel anlatacak başka bir insan da yoktur zaten. Okumayanlar için şiddetle tavsiye ediyorum, başka da söyleyecek bir şey bulamıyorum.
         Ayrıca çevirmenin payını da unutmamak lazım.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Bab-ı Esrar Ahmet Ümit

     Londra’dan Konya’ya iş için gelen, babası da Konya’lı bir Mevlevi dervişi olan Karen’ın ; Konya’da yaşadığı mistik olaylar, Şems-i Tebrizi ile Mevlana’nın hikayesi, Mevlevilik, dergahlar, dervişlerin anlatıldığı akıcı bir roman Bab-ı esrar.

     Kitabın sonundaki Kaynakça kısmından da anlaşılıyor ki, Ahmet Ümit epey araştırma yapmış bu roman için. Araştırmaları dışında tassuvuf edebiyatı gibi ağır bir edebiyatın dilini en basite indirgeyerek bizlerle paylaşmış
.
     Fakat romanın baş kahramanı Karen, bana çok itici geldi. Karen’ın Londra’daki sevgilisi ve annesiyle yaptığı telefon konuşmaları  çok yapay ve yüzeyseldi. Küçükken evcilik oynarken  bazen yabancı birileri varmış gibi davranırdık. İngiltere’den gelmişim ben filan diye. Orada aklımıza gelen , televizyondan duyduğumuz en basit isimleri kullanıp hayal gücümüzü konuştururduk. Bu isimler de tıpkı o evcilik oyununda ki gibi. Simon, Karen, Niger. Konuşmaları da tıpkı bir çocuğun hayal gücü gibi basit ama akıcı. Bu yüzden sanırım hiç hoşlanmadım bu karakterlerden.

     Ahmet Ümit’in olay ve insan tasvirleri ise gerçekten güzel. İnsan kendini olayın içinde buluyor ve kimi zaman  çok da korkuyor. Özellikle şu Şems-i Tebrizi’yle geçen sahneleri tek başıma okuyamadığım için annemin uyanmasını beklemek zorunda kaldım. Fakat roman çok akıcı ve aşırı derecede sade bir dili var. Hele de şuan okuduğum Sinekli Bakkal ile karşılaştırırsam bu da pamuk gibi bir roman.

     Pamuk demişken bir önceki yazıda bahsettiğimiz Orhan Pamuk’un cümlesi yine kulaklarımda. İşte o üslup meselesi burada yok. Mevlevilik hakkında derin araştırmalar yapılıyor güzel bir hikaye kurgulanıyor, akıcı bir anlatımın var ama tek kimliğin bu akıcı anlatım. Türkçe’yi en doğru şekilde kullanacağım derken, nerdeyse en fazla  4-5 kelimelik öznesi yüklemi düzgün cümleler kurup olayı basitleştiriyorsun. ''Ali o sabah erken uyanmıştı'' gibi binlerce cümleyi bir araya getirince edebiyat yapmış olunmuyor bence.

     Ama okurken çok eğlendiğim, korktuğum ve okumak için dört gözle beklediğim zamanlar oldu. Yazarı bu merakladıran ve insanı hikayenin içine alan yönünü sevdim.  Fakat yine de tavsiyem benim gibiler için; asla yalnız okunmamalı.

Benim Adım Kırmızı-Orhan Pamuk

               Orhan Pamuk dünyada en çok kıskandığım insan benim nazarımda. Bilmeden, okumadan fikir sahibi olmak saçmalığından kurtulmak için okuduğum bu roman gerçekten kıskanmakta haklı olduğumu  gösterdi. Roman bazı çevrelerce cinayet romanı diye tanımlanırken orhan pamuk tarafından en iyimser romanım olarak adlandırılmış.

               Roman, Osmanlı’da nakkaş sanatının inceliklerini anlatırken bir yandan da 2 cinayeti aydınlatmaya çalışan nakkaş ustalarının aralarındaki çekişmeleri sade bir dille anlatıyor.

               Orhan Pamuk’u kıskanma sebebim ise, her zaman farklı olanı yazmasından kaynaklanıyor. Bir romanı okurken ah bu benim aklıma gelirdi diye geçiren çok insan vardır. Ama Orhan Pamuk’u okurken yazdıklarının hiç biri 40 yıl düşünsem 40 bin  kitap okusam aklıma gelmez, gelmedi de. Çünkü o adam, padişahı haremi değil de nakkaşı anlatıyor. Hayattaki başrollerden bir cümleyle bahsedip, yardımcı oyuncunun  şöförünü anlatıyor. Kimsenin aklına gelmeyen derken de kastetmek istediğim buydu. Nakkaş sanatı ve unutulmaya yüz tutmuş halk hikayeleri, en geniş şekilde araştırılmış ve en sade şekliyle okuyucuyla buluşmuş.

              Romanın başka bir ilginç yanı da karakterlerin olayları kendi ağızlarından kendi duygularıyla anlattığı bölümlerden oluşması. Burda  Orhan Pamuk’un başarısı; okurken karakterlerin hiç birinin birbirine benzememesi ve kadını erkeği  yaşlısı, dindar hocasıyla orhan pamuk’un bunları anlatmasıdır.

              Romanlarını okudukça neden bu adamın nobel aldığı zaten anlaşılıyor. Gerçekten okuduğum en zeki ve karakteri kuvvetli yazarlardan biri.

              Romanla ilgili ufak bir araştırma yaptım ve türkçe hataları konusunda epey eleştiri aldığını farkettim. Fakat bunlara şöyle diyor Orhan Pamuk; ‘’kusur eğer yeteneksizlikten ya da hüner eksikliğinden değil de, nakkaşın ruhunun derinliklerinden geliyorsa, o artık üsluptur. ‘’    Bu cümle beni gerçekten çok etkiledi. Biz okurların ve eleştirmenlerin ne kadar yüzeysel olduğunu bir kez daha yüzüme vurdu.  Hikaye ve karakterler bir yana, uslüp gerçekten bir sanatçının kimliği olmalı yoksa düz bir yazıyla hayal gücünü kağıtlara aktarabilecek milyonlarca insan var dünyada ki ben de bunlardan biriyim maalesef. Ama cevabını bilmediğim bir soru var, uslup nasıl kazanılır? Kimlik aileden, çevreden, arkadaşlarımızdan, yaşadıklarımızdan biriktirdiklerimizden elde ettiğimiz bir olguysa, bir sanatçı uslubunu nasıl kazanır? Onun sanatının kimliğini oluşturanlar kimler ya da neler? Belki cevabı çok basit olan bu sorulara yanıt aramak için okumaya devam etmem gerek sanırım.

             Bu roman hakkında kendimi sorgulamaktan başka yapacağım yorum yok . Nakkaşlıkla ilgili uzun hikayeleri sıkıcı bulmam dışında her şey mükemmeldi. Üstelik kitabın sonunda Orhan karakteri üzerinde kendine ve okurlara yaptığı gönderme muhteşemdi.

NOT: Finaller dolayısıyla okumaya ve yazmaya verdiğim ara;  Aralık ve Ocak'ın romanlarını biraz geciktirdi. Tatilde bu açığı kapatmaya çalışsam da, hedeflediğimden bir kaç eksikle devam edeceğim.