17 Mart 2012 Cumartesi

Charles Bukowski- Ekmek Arası


                Bu adamı anlayamadığım için, beynimin bir yerlerinde bir eksiklik olduğunu düşünüyordum. Anladığım zamanlarda ise kafamın güzel olduğunu düşünüyordum. (bukowski’ye bukowski tarzı başlangıç gerek)
             
                 Bukowski edebiyat ve yaratıcılıktan yoksun ama kimse de olmayan bir anlatım yeteneğine sahip bir yazar bence. Yazdıklarında seksten ve alkolden başka bir tema olmayan, fakat bu temaya  giden yolları merakla ve akıcı bir şekilde anlatan, okuduğum yegane insanlardan biri kendisi. Duygulanma, kendimden bir şeyler bulma filan hiç yaşamadım bu adamı okurken. Ama bir şekilde eğlendim ve nasıl yaptı bilmiyorum ama cümleleri ve uslubu aklımda kaldı.
                Ekmek Arası’nda çocukluk yıllarını ve ailesiyle olan çatışmalarını anlatırken, bir yandan da bol bol kadınlar, alkol ve tembellikten ölecek durumları ve  sürekli kavgalara karışmasını betimliyor.
Kitabı okurken,bizim  apartmanın kapısının önünde oyun oynayan zavallı çocuklardan okadar soğudum ki. Bukowski’yle hemen hemen aynı yaşta oldukları için, sürekli onların birer pislik olduklarını, kapıdan geçen kadınlar hakkında bukowski gibi düşündüklerini geçirdim içimden. Eskiden bana sevimli sevimli sırıttıklarında onlara gülümsüyorken, şimdi görmemezlikten gelmeye başladım zavallı çocukları. Neyse ki kitap çabuk bitti ve etkisini geçirmek için başka kitaplara yöneldim. Böylelikle komşuluk ilişkilerimi ve çocuk sevgimi korumuş oldum yani.
                Kitaba dönecek olursak, romanın sonunda hiçbir şey olmuyor, ortalarında ya da başında da hiçbir şey olmuyor. Romanı okumadan önce aman yorumlardan kaçınayım kitabın sonunu öğrenmeyeyim diye kendinizi sakınmanıza hiç gerek yok. Bu roman sadece Bukowski merakı olanlar için, biraz da bira eşliğinde okunduğunda arkadaşlık edecek bir kitap.
Bu arada romanı okumadan önce, woody allen’ın radio days’ini izledim. yaklaşık olarak aynı yıllarda geçen çocukluğunu anlattığı 1987 yapımı dünya güzeli bir film. Şimdi bir de bukowski’yle kıyaslayınca, woody ailemizin tatlı çocuğu gibi geliyor bana. Filmi izlemeyenler varsa, sürekli sırıtarak izlenecek mükemmel bir film demeden geçemeyeceğim.
                 Neyse bu bukowski benim de çenemi düşürdü anlatıyor da anlatıyorum şu ara. Kitapta dikkatimi çeken şeylerden biri de, kendisi gibi yazar olmak isteyen Robert Bbucker’e yaptığı göndermelerdi. Yazmaktan bu kadar söz etmemesi gerektiğini söylüyordu sürekli robert’ın. Ve daha yazmaya başlamamasına rağmen kendinden o kadar emin ve insanlardan o kadar üstündü ki, bu bana daha da itici geldi. Ama eğer gerçekten kendi hayatını anlatıyorsa, epey zor bir çocukluk, cesaret ve baba nefreti örneklerini bolca bulabilirsiniz romanda.
                 Bukowski biraz da şey gibi benim için, hani düzenli hayatları olan insanlar bazen işi gücü bırakıp, gece alemlerine dalıp, hiçbir şey düşünmeden, dünyayı görmezden gelip eğlenmek isterler, bazen karşılarına dilenciler ya da hayat kadınları çıkar, bu onları üzer ama bir süreliğine sadece bu hayatlarına devam etmek isterler. Bukowski okumak da aynen öyle işte, gorki’den Sabahattin Ali’den, Dickens’tan sıkılan bünyeler için biraz kaçamak yapmak, düzenden, edebiyattan bir süreliğine uzaklaşıp biraz macera aramak gibi. Burada maceradan kastım olay örgüsü değil elbette, sıra dışı uslubun getirdiği maceralardan bahsediyorum.
Sonuç olarak adama ne dersem diyeyim, şu ana kadar yazdığım en uzun eleştiri kendisine ait. Tıpkı romanlarındaki gibi, bu çirkin adam bütün kadınları bir şekilde etkilemeyi başarıyor sanırım!

10 Mart 2012 Cumartesi

sinekli bakkal- halide edip adıvar


             Halide Edip’in Vurun Kahpeye’sini okumuştum geçen sene ve hakkında okuduklarımla birleştirince çok trajik, milliyetçi ve din unsurlarını barındıran romanlar yazdığını düşünmüştüm, döneminin aydınlarından olmasına rağmen. Fakat bu roman bana epey eğlenceli geldi, ağır eski türkçe’sine rağmen
.
             İstanbul’un  Sinekli Bakkal mahallesinde Rabia adlı bir kızın ailesi ve çevresinde yaşadıkları  Abdülhamit döneminden kesitlerle birlikteve  batılı ve doğulunun ortak noktaları akıcı bir şekilde anlatılmış. Yazar insanı romanın içine öyle bir çekiyor ki, çizdiği İstanbul portresiyle gerçekten o dönemin istanbul’una gitmiş kadar oldum. Bu roman hakkında ağır demek aslında yanlış olur, can yayınlarından çıkan baskısı eski Türkçe kelimeleri sayfaların en alt kısmında veriyor fakat bu biraz okuma zorluğu katıyor. Aslında daha sadeleştirilmiş bir basımı olsa, orjinaline zarar vermeden, o zaman bir solukta okunabilecek bir kitap diyebilirim bile.
             Romanın karakterlerine gelince, Rabia’nın güçlü karakterinin dışında ben en çok babası Tevfik ve Peregrini’yi sevdim. Tevfik dönemin yetenekli ama toplum tarafından dışlanan sanatçısı hatta komedyeni. Kadın kılığında oyunlar oynadığı ve insanlarla dalga geçtiği için sürgüne gönderiliyor , bir çok zorluk çekiyor  fakat her zaman iyimser, yaratıcı ve sanata o kadar düşkün ki yaşadığı her şeyi oyunlarına yansıtabiliyor. Peregrini de dinden ağzı yandığı için dini  umursamayan fakat sevdiği için din değiştirecek kadar aşık, aynı zamanda da büyük bir piano sanatçısı. Aslında peregrini ve Tevfik arasında çeşitli dialoglar olsa bu romanı daha güzel kılabilirdi. Fakat Halide edip elbette bu romanı bu amaç için yazmamış. Ama yine de bu iki karakteri çok sevdim ben. Hatta rabia’ya gerçekten çok sinir oldum. O ne ketumluk o ne havalar! Tabi roman bu iki karakter gibi eğlenceli değil. Rabianın iç buhranları, annesinin aynı şekilde bunalımları, paragöz dedesi,  konaktakiler ve entrikaları ve daha bir sürü olaydan oluşuyor roman. Ben şimdi bilgisayarın başında düşününce iyi taraflarını hatırladığıma göre sanırım bu romanı sevmişim 
.
             Bir de romanla ilk olarak ingilize basılmış ‘’The Clown and His Daughter ‘’ ismiyle. Bu da ilginç geldi bana İngilizce baskısı Türkçesinden daha akıcı bile olabilir. İngilizce bilenler varsa onu tavsiye ederim(!) o kadar da abartmayayım tabii ki.

kırmızı pazartesi- gabrial garcia marquez


           ‘’Her yazar, yazdığı en son romanın en iyi romanı olduğunu sanır. Benim bu romanım için böyle düşünmemin nedeni, yapmak istediğimi tam olarak gerçekleştirebilmiş olmamdır. Romanlar, yazılırken yazarlarının elinden kaçıp kurtulmak isterler. Romanın kişileri, kendi özyaşamlarına dönerler, en sonunda da canlarının istediğini yaparlar. Ben hiçbir romanımda bu romanımdaki kadar ipleri elimde tutamadım. Belki bunu konu ve hacim nedeniyle başarmışımdır. Konusu çok sert olan ve hemen hemen polisiye bir roman gibi işlenen bir roman bu. Üstelik oldukça da kısa. Sonuçtan hoşnutum. Bundan önce de en iyi romanım Yüzyıllık Yalnızlık değil de Albaya Mektup Yazan Kimse Yok adlı yapıtımdı. Ben öyle sanıyordum; ve bunu da sık sık söyledim. Şimdi de en iyi romanımın Kırmızı Pazartesi (Gronica de Una Muerte Anunciada) olduğunu sanıyorum.’’
           İşleneceğini maktül hariç herkesin bildiği bir namus cinayetini 110 sayfaya sığdırmış bu mütevazi adam ve romanı için söyleyecek pek fazla şeyim yok. Böyle bir üslüp, böyle akıcı ve toplumun yaralarına dokunan bir hikaye, kısacası böyle bir yazar dünyaya bir daha gelmez. Ayrıca o İspanyol kırmızılığı, buram buram kokan Latin sıcaklığı evimin odamın her yerindeydi roman süresince.
          Roman bittiğinde sanki 110 sayfa değil de 1000 sayfalık bir roman okumuş gibi doluydu kafam.  Bu kadar kısa bir öyküyü bu kadar güzel anlatacak başka bir insan da yoktur zaten. Okumayanlar için şiddetle tavsiye ediyorum, başka da söyleyecek bir şey bulamıyorum.
         Ayrıca çevirmenin payını da unutmamak lazım.