Değişik
türde romanlar okudukça, sevdiğimiz roman türleri de bizim gibi değişiyor
elbette.Üniversiteye başlamadan benim okumaktan en çok zevk aldığım türler; tarihte fazla bilinmeyen ince ayrıntıların ortaya
çıktığı araştırma türündeki eserlerdi. Hatta bunu biraz daha zorlarsam tarihi
romanlara bayılırdım diyebilirim. Asıl sevdiğim ise, Sunay Akın tarzıydı.
Kimsenin bilmediği sokak adlarının tarihinden tutun da, denizlerin altında
gizli kalmış gemi batıklarından, kız kulesinin hiç bilinmeyen hikayelerine
kadar, bir masal sıcaklığıyla okunan bu türlere bayılırdım. Son yıllarda bu
tarzımı biraz unutmuşken, Serenad o kadar iyi geldi ki anlatamam. Zülfü
Livaneli’nin Son Ada, Mutluluk, Sevdalım Hayat romanlarını okumuştum fakat Serenad
beni bunların çok ötesine taşıdı açıkçası.
Roman ana
karakter Maya Duran’ın ağzından yazılmış. İstanbul Üniversite’sinde halkla
ilişkiler bölümünde çalışan Maya’nın hayatı, bir konferans için ABD’den İstanbul’a
gelen Alman asıllı Profesör; Maximillian Wagner ile tanışmasıyla bir anda
değişiyor ve tarihin gizli kalmış ayrıntıları gün ışığına çıkıyor. İkinci dünya
savaşı sırasında Türkiye’ye sığınan Yahudi profesörler, Mavi Alay, Struma
Gemisi, Ermeni Tehciri, Einstein’ın Atatürk’e yazdığı mektup ve daha onlarca
tarihi olayı eşsiz olay örgüsü ile gözler önüne sermiş Zülfü Livaneli. Bu olaylardan özellikle Mavi Alay’ı araştırma
fırsatı bulursanız bir okumanızı tavsiye ediyorum.
Romanı edebi
yönden ya da yazarın uslubu yönünden inceleme gereği duymuyorum, çünkü toplum
için yapılmış bir sanat anlayışı var ortada ve ben bunu bozmak istemiyorum.
Zülfü Livaneli’nin benim için yeri çok
ayrıdır. Kendisinin ne yazar, ne de siyasi kimliğini bilmeden, muhtemelen okuma
yazma bile bilmediğim zamanlardan beri onun şarkılarıyla büyüdüm. Bağlamasını
her akşam, yemekten sonra elinden düşürmeyen babamın sesinden dinlediğim o
şarkılar; içlerinde taşıdıkları hüznün
ve tarihin yanında, bana hep sevdiklerimi ve çocukluğumu hatırlatır. Şimdi bu
romana böyle duygusal yaklaşmamda da sanırım bunların payı epey büyük.
Konuya geri
dönecek olursak; bu romanda; dilleri, dinleri ve ırkları farklı insanların bu
ayırımlar yüzünden çektiği işkenceleri vurguluyor Livaneli. Türkiye’de ve Dünya’da üzerinde yaşadığımız,
acılarla dolu tarihin, herkes sessizlik
yemini etmişçesine nasıl unutulduğundan dem vuruyor. İkinci dünya savaşında öldürülen 50 milyon
insandan üç örneği gözler önüne seriyor ve üç örneğin nasıl gizli kaldığı, geride
kalanların nasıl susturuluduğu ve devletlerin insan hayatını nasıl yok saydığı
tek tek ustaca işleniyor.
Okurken
Wagner ve Nadia’nın hikayesi bölümüne gelince, 1-2 gün bekledim okumamak için,
öylesine insanı içine alıyor ki, adeta bir filmmiş gibi o kısımları atlamak
istedim. Tıpkı her zaman yaptığımız gibi acılarla yüzleşmeyip onların üstünü
örtüp, unutmak istedim yani. Romandaki tarihi ayrıntılar gerçek, fakat Profesör
Wagner’in hikayesi gerçek değil, bunu biliyorum ama ben kitap bittiğinden beri gerçek
sanıyorum ve ciddi anlamda ruhsal çöküntü içindeyim bu yüzden gerçekmiş gibi
anlatmama aldırmayın! Sadece elinize geçerse bir okuyun derim.
480 sayfa
olmasına rağmen, bir solukta okunabilecek bir roman ve Mutluluk gibi bunun da
filmi olsa daha çok insana hitap edebilir diye düşünüyorum. Malum sinema
fiyatları da kitaplardan daha ucuz!
Sonuç
olarak, bir insanın sanatı nasıl toplumu aydınlatmak için yaptığının çok güzel
bir örneğiydi bu roman. Dul bir kadının yaşadığı zorluklardan tutun, yukarıda
bahsettiğim tarihi olaylara kadar insanlara anlatmak istediği her şeyi en güzel
şekilde birleştirmiş ve bir roman oluşturmuş Livaneli.
Bu arada
Türkiye’ye gelen yahudi profesörlerden Erich Auerbach’ın İstanbul’da yazdığı Mimesis adlı eser Türkçe’ye çevrilmiş
mi çevrilmemiş mi bunu tam olarak bulamadım. Çevrilmişse okumayı çok isterim.
Son olarak Romanı
okuyacak olanlara ufak bir tavsiye, bir taraftan da vikipedia açık okuyun,
rahat edersinizJ
Radikal’de
Livaneli’nin şöyle bir röportajı da mevcut;
Bu da Maya Duran'ın hayatını değiştiren olayların başladığı nokta; http://www.youtube.com/watch?v=pmwMZ252SY0